20 Kasım, 2017

ALASKA YOLCUSU KALMASIN; İLK DURAĞIMIZ “ANCHORAGE”


"Alaska yolcusu kalmasın!". Bu turun detaylarını şekillendirirken, aile içi yazışmalarda kullandığım başlıktı bu. Zira, yaptığım ön çalışmaları, o dönemde her biri ayrı bir yerde olan aile bireyleri ile paylaşmanın yolu idi, bir “aile e-posta grubu” oluşturmak ve dikkat çekici bir başlık bulmak.

“Alaska da nereden çıktı?” diye merak edenlerle de paylaşayım; altı yıl önce ailece bir gemi seyahati yapmış, bu seyahat türünü hepimiz pek sevmiştik. İki yıl arayla iki tur daha yaptık peşine. Baktık sonuncusunun üzerinden iki yıl geçiyor, “Haydi bir daha” dedik. Ama nereye? Yazın aile bireylerinin çoğu Kuzey Amerika’da, daha doğrusu Kanada’da olacağı için nispeten oraya yakın, gemi seyahati de olan  ve ayrıca en merak ettiğimiz yerlerden birisi olan  Alaska’da karar kırdık.

“Alaska” deyince neler canlanıyor gözlerinizin önünde bilmiyorum ama, benim aklımdan karla kaplı geniş alanlar, vahşi doğa ve kızak çeken köpekler geçiyordu. Bir de Amerika’nın sonradan sahip olduğu uzak iki eyaletinden birisi olduğu bilgisi. Öyle çok belgesel seyredip, etkilenmişliğim de yoktu önceden, ama yine de ilgimi çekiyordu bu uzak köşe…

Alaska’ya giden “cruise” gemileri ya ABD’nin Seattle kentinden, ya da Kanada Vancouver’dan hareket ediyor. Birçok “cruise” gemisi sizi aldığı noktaya geri getirse de, Alaska’da durum öyle değil! Alaska Seward’da bitiyor yolculuk, başladığınız noktaya dönüş ise size kalıyor. Ya da, Seward’a gidiyorsunuz kendi imkanlarınızla, oradan güneye doğru başlıyor gemi yolculuğunuz, Seattle ya da Vancouver’da sonlanan.

Biz de Seward’dan başlayıp, Vancouver’da sonlananı tercih ettik. Seyahatiniz ister Seward’dan başlasın, ister Seward’da sonlansın; Alaska’da tek uluslararası havaalimanı Anchorage’da. Bu bizim için önce Anchorage’a uçmak, oradan da Seward’a gelmek, bu arada bu iki yerleşim ve çevresini de değerlendirmek anlamına geliyordu. Haydi, hep beraber: Alaska Yolcusu Kalmasın!


ANCHORAGE

“Alaska’nın tek uluslararası havalimanı olan şehri” demiştim, Anchorage için.  En kalabalık şehri olduğunu da söylemeliyim. Nüfusu 300 bin; tüm Alaska nüfusunun % 40‘ı burada yaşıyor. Bu bilgilerle, Alaska’nın toplam nüfusu, evet; sadece 750 bin.

Vancover’dan yaklaşık 3,5 saatlik uçuşla geldik Anchorage’a. Otelimiz “Clarion Suites”. Tam kapısında “Lütfen tesisimize sıklıkla geyik gelebileceğini unutmayın. Yaklaşmayın. Tehlikeli olabileceğinden dikkatli olun” diye bir tabela asılıydı. “Esprili bir karşılama” diye düşündüm, taa ki ertesi gün şehre, hem de bu noktaya geyiklerin, ayıların inmiş olduğunu öğrenene kadar.

Clarion Suites, Anchorage, Alaska

Clarion Suites  girişindeki tabela, 
Anchorage, Alaska

*

Vardığımızda akşam olmak üzere idi. Oğlumla attık kendimizi dışarı; kapanmadan önce Anchorage müzesini görmekti amacımız, başka fırsat olmayacağını bildiğimiz için sonradan.

Birçok bölümü henüz yapım aşamasında idi Anchorage müzesinin. Mevcut birkaç yeri hızla geçtikten sonra, benim en çok vakit geçirdiğim yer oldu, Rusya’ya ayrılan bölüm.

Biliyordum Alaska’nın Amerika Birleşik devletlerine sonradan katılan iki eyaletten birisi olduğunu, ama burada öğrendim 1867’de, tam 150 yıl önce, Ruslardan satın alındığını. Daha doğrusu ekonomik sıkıntıya düşen Rusya, bir dönemdir bu toprakları satacak yer ararken, Amerika talip olmuş bu işe, ve 7.2 milyon dolara alınmış bu topraklar. ABD’nin 49. Eyaleti olmuş Alaska, 1955’de katılan 50. eyalet Hawaii’den çok daha önce.

    Ve inanır mısınız, Rusların satışından kısa bir süre sonra altın bulunmuş bu topraklarda...?!   

Anchorage müzesi, Alaska

   Aslında Ruslar da ezeli sahipleri değilmiş Alaska’nın; 1770’lerden itibaren istila etmeye başlamışlar buraları, “kürk” için. Doğa ile kendi aralarında bir denge tutturmuş yaşayan yerliler direnmeye çalışsalar da, Ruslardan kaptıkları ve bağışık olmadıkları enfeksiyonla kaybetmiş hayatlarını büyük çoğunluğu...

   Anchorage Müzesinde etkilendiğim bölümlerden birisi de, “I am Inuit” (Ben Inuit’im) başlıklı sergi oldu. “Inuit”ler, Kuzey Kutup çizgisinin kuzeyinde yaşayan yerliler. 2015 yılında fotoğraf sanatçısı Adam Brians, Alaska’nın kuzey kutup bölgesindeki köylerini dolaşmış, muhteşem fotoğraflar çekmiş. Bu portre ve manzara fotoğrafları, insanların hikayeleri ile birlikte yer almaktaydı müzede; her biri uzun uzun bakmayı, tek tek okumayı ve üzerlerinde düşünmeyi hak eden. Zira o çok merak ettiğimiz, “el değmemiş vahşi doğa” dediğimiz yerler, birçok insan için aslında “ev” demekti. O anda ayıramadım yeterince zaman, ama yer almakta hepsi https://www.iaminuit.org sitesinde. İlgilenenlere…

“Ben Inuit’im” Fotoğraf sergisinden, Anchorage Müzesi, Alaska

Pek çok otantik ürün ile, hediyelik eşya bölümü de güzeldi müzenin. Daha fazla oyalanmadan döndük otelimize. Gidiş de, dönüş de yürüyerek oldu, şehrin havasını anlamaya yönelik. Ve diğer aile bireylerimizle buluşarak, çıktık akşam yemeğine.

Anchorage müzesinden şehrin görünümü, Alaska

*

Alaska’da ilk akşam yemeğini yediğimiz, aynı zamanda bira fabrikası olan restoranın adı da “49. Eyalet” (“49th State”) idi. Ben yemek olarak Somon Burger’den yana kullandım tercihimi, yanında ezilmiş patatesle…

Yerel bira, “49. Eyalet”, Anchorage, Alaska
Somon Burger ve ezilmiş patates, “49. Eyalet”, Anchorage, Alaska

*

   Bir Alaska şehrine ait ilk izlenimlerimin oluştuğu yerdi Anchorage. “Güzel” desem güzel değil, “çirkin” desem çirkin değil. Hiçbir özelliği yok bir şehir olarak. Geniş bir alana kurulmuş şehir, sıradan binalar, boş bulvarlar, arka fonda dağlar… Caddeler rakamlar ve harflerle adlandırılmıştı.  Örneğin otelimiz 8. Bulvar ile C sokağı’nın kesişiminde idi. Kısa bir süre içinde anladım ki, Alaska’da hayat şehirlerde değil, doğada.

*

Alaska’daki ilk doğa aktivitem de Anchorage’da gerçekleşti, gidişimizin ertesi günü. Bu, bir buzul yürüyüşü idi. Matanuska Buzulu idi gideceğimiz. Karadan ulaşımın mümkün olduğu nadir buzullardan bir tanesi. Otelimizden bir minibüs ile alındık. Bizden başka iki küçük grup daha vardı o gün bu tura katılan; onları da otellerinden alıp, koyulduk yola. Rehberimiz, aynı zamanda şoförümüz idi. Eğitimli, konusunda bilgili, deneyimli... Güzel bir doğada bilgilenerek ilerlediğimiz iki saatlik bir otoban yolculuğu oldu bu. Bol bol orman, dağlar ve akarsular idi gördüklerimiz. Bir kez mola verdik, Matanuska vadisinde, o da fotoğraf molası. Rehberimiz ve şoförümüz, bu kez de fotoğrafçımız olmuştu.

Matanuska vadisi, Alaska
Matanuska vadisi, Alaska

    Buzula yaklaşırken, son bir kaç dakikada ayrıldık otobandan. Matanuska Buzulunu uzaktan gören bir kulübe ve seyyar tuvaletlerin orada durdu aracımız. Ve, inmeden önce kısa, ama ciddi bir brifing verdi rehberimiz: “İnince hepinize kask, baton ve krampon vereceğim. Hepimiz bunları kullanacağız. Bu turun emniyetle tamamlanması için, tek bir sıra halinde sadece beni takip edin, benim geçtiğim yerlerden geçin, gruptan ayrılmayın. Buzullarda yarıklar olur, derinliğinin ne kadar olduğunu bilemeyiz. Kesinlikle yarıkların dibine gitmeyin, çok tehlikeli olabilir. Keyfi fotoğraf molası vermek de yok, uygun yerleri ben size söyleyeceğim…”. Aklımda kalanlar bunlar, ama kendi kendime, “Hayatım tehlikede mi? Ben burada ne arıyorum? Doğru bir iş mi yapıyorum?” cinsinden soru sorduran cinsten bir brifingdi, an azından bir an ve benim için

Matanuska buzulu, Alaska

Hepimiz başlarımıza kasklarımızı takıp, batonlarımızı ve buzula yaklaştığımızda giymek üzere kramponlarımızı aldık. Krampon giyeceğimizi önceden biliyordum, ama nasıl bir şey olacağını gözümde canlandıramıyordum. Kışın araba lastiklerine geçirilen zincirler gibi; üstü lastikli- etrafı zincir, ayağınıza geçiriyorsunuz, ancak altta sivri çıkıntılar var. Oldukça iyi kavrıyor, alttaki zemini.

Buzulda yürüyüşe gelen var mı? Matanuska buzulu, Alaska
Kramponlar ile yavaş yavaş buzula yönlenme,
Matanuska buzulu, Alaska
Kramponlar, Matanuska buzulu, Alaska
Rehberimizin sözünü dinleye dinleye koyulduk yola. Önce toprak zeminden başladık. Sonra balçık gibi yerlerden geçtik; erimiş buzul ve kum haline gelmiş kaya karışımı idi bu. İçine batmamız için küçük seyyar köprüler yerleştirilmişti gereken yerlere.

Matanuska buzul yürüyüşünün başlangıcı, Alaska

Bir de “moulin” denilen çukurlar vardı, içi su dolu, ki bir tehlike kaynağı da bunlardı. Basit bir su birikintisi gibi görünse de, çok çok derin olurlarmış. Rehberimiz bir tanesinin yanına gelip, batonunu içine daldırdı, ve dibine ulaşamadığını göstererek işin ciddiyeti konusunda hepimizi ikna etti.

Ne kadar derin olduğu bilinmeyen “moulin”,
Matanuska Buzulu, Alaska
Balçıkları aşıp, buz tutmuş kayaların üzerine geldiğimizde ise kramponlarımızı giyerek asıl yürüyüşümüze başladık. Yürüyüş zorlu değildi, ama çok ince görünse de yarıklara gelince, rehberimiz tarafından tek tek dikkatlice geçiriliyorduk. Geçemeyecek kadar geniş yarık varsa rehberimiz başka yol arıyor, ya da mümkünse orayı sırt çantasındaki malzemelerle geçilecek hale getiriyordu. Keyifle yürüdük, uygun yerlerde fotoğraf çektik. Soğuk olma ihtimali karşısında tedbirli giyinmiştik, ama gayet ılık ve mis gibi bir havaydı. Şehirde de havanın zaten 22°C olduğunu biliyorduk.

Matanuska buzulu, Alaska
Matanuska buzulu, Alaska

*

Neler öğrendim? Buzul deyince, aklıma buzul çağından kalma yapılar geliyordu, nedense. Yok öyle bir şey. En fazla yüz yıllıkmış Alaska’daki buzullar. Yağan kar, eriyen kardan fazla olduğunda üst üste binen karın alttakini sıkıştırması ile oluşuyorlarmış. Ortalama üç yılda kar sıkışıyor, “buzul” oluşması ise on yılı buluyormuş.

Yüz bin kadar buzul varmış Alaska’da, kimi adlandırılmamış. Matanuska buzulu ise, dediğim gibi, karadan ulaşım mümkün olduğu için tercih ediliyordu turistik yürüyüş için. Biz ön cephesini görmüştük ama, 27 mil uzunluğunda imiş tamamı. Tepeden biraz hacım kaybetmekle birlikte, otuz yıldır yaklaşık aynı boyutta kalmış burası. Eridiği bölge de vardı, o da bir nehir oluşturuyordu, Matanuska nehrini…

Çok keyifli bir deneyim oldu bu. İyi ki yapmışım. Ancak rehbersiz gezilmesi mümkün değil. En uygun mevsim de yaz herhalde. Kışın yağan kar, zemini örteceği ve altında ne olduğunu göremeyeceğiniz için mümkün değil; muhtemelen aşırı soğuk da izin vermez bu işe.

*

Programda öyle yemeği de vardı. “Long Rifle Lodge” adlı restorana geldik, pek de uzak olmayan. İçi, dışı ahşap, dekorasyonda bol bol o yöreye ait hayvanların doldurulmuş halleri, ve “Tablo gibi” terimine hakkını veren cinsten muhteşem bir manzara; uzaktaki buzul ve yemyeşil alanı içine alan. Vallahi yemekler mi lezzetliydi, ben mi yorulup-acıkmıştım bilmiyorum, sanki orada yediğim hamburger gibisini daha önce yememiş gibi hissettim kendimi.  Hem lezzetli yemek, hem de rehberimiz rehberliğindeki tur arkadaşları ile masa başı sohbeti pek iyi geldi. 

“Long Rifle Lodge” ve sunduğu manzara, Alaska
“Long Rifle Lodge”dan manzara, Alaska
“Long Rifle Lodge”dan manzara, Alaska
Buzul yürüyüşü sonrası öğle yemeği, “Long Rifle Lodge”, Alaska

*
Yemekten sonra, kabaca yine iki saatlik bir yolculukla döndük otelimize. “Yol boyunca bilgilendirildik” demiştim, hem giderken, hem dönerken. Bunların büyük kısmı geçtiğimiz yer adları ve varsa özelliklerini içeriyordu; paylaşmanın sizlere bir şey ifade etmeyeceği ve yakında benim de unutacağım yerler ve özellikler belki de.

 Ancak otobanda sık sık gördüğümüz “geyik çıkabilir” tabelalarını ve bir geyiğe çarpmadan son anda kurtardığımızı hiç unutmayacağım. “Geyik” dediğim, bu yöreye, daha doğrusu Kuzey Amerika’nın kuzeyine  özgü geyikler, “Kanada geyiği” de deniyor, ingilizce adı ise “moose”. Boynuzları bildiğimizden daha farklı, çenesinin altında sarkan derisi ise benim için en ayırt edici özelliği.

Bir yıl içinde 300 kadar geyik ölürmüş yollarda, çoğu yavru. Bir de liste varmış, kazaya uğramış geyiği et kaynağı olarak tüketmek isteyenlerden oluşan. Kaza olduğunda, bu listedeki kişilerden birisi aranır, yarım saat içinde geyiği alması istenirmiş.

Doldurulmuş “moose” (geyik) başı, Long Rifle Lodge”, Alaska

*

Yaz olduğu için, gün oldukça uzundu, neredeyse 19 saate yakın. Kışın ise tam tersi tabii ki; gün ışığı sadece 5-6 saat. Kışın bu gezdiğimiz yerlere güneşin doğuşunu izlemeye gelip, batışını da izleyip dönerlermiş. Ve her yer bembeyaz olurmuş, benim hayalimdeki gibi. Donan sular üzerinde paten yapmak, en büyük eğlencelerden biriymiş. Ayrıca balıkçılar da donan nehirlerde, delik açarak somon avlarlarmış.

*

Gelelim somona. Bu bölgede endemik hayvanlardan birisi de o. Beş çeşit somon varmış Alaska’da, her biri çift isimle adlandırılan. Birisi hariç diğerleri lezzetliymiş; köpeklere verdikleri için bu lezzetsiz türünü “Köpek somonu” (“Dog salmon”) olarak adlandırmışlar. En büyüğü ise Kral somonmuş, ağırlığı 97 pounda, yani 40 kg.ın üzerine ulaşabilen.  

*

Bir gün önce kararsız kaldığımız, ama gün içinde yol arkadaşlarımızın da önerdiği restorana yönlendik, akşam için: “Bridge Seafood”. Orijinal adı “Ship Creek” olan derenin üzerine kurulmuş bir köprüde yer alıyordu restoran.  Hem yemeği beklerken, hem de yerken bu sığ derede somon avlayanları izlemek pek hoştu doğrusu... Ama o ne? Çoğu tuttuğu balığı kaçırıyordu elinden, hay aksi...! Yoksa..? Yoksa, bırakıyor muydu..? Evet, öyle canınızın istediği gibi, istediğin kadar soman avla, al evine götür yoktu! O an tam kavrayamamıştık, ama bu işin kuralları olduğunu öğrenecektik bir müddet sonra. Avlanabilirsiniz; “Avlanmayın” demiyorlar, “Avlanın… Ama spor olarak!”. Belli bir boyutun altında ise balığınız bırakmak zorundasınız. Evinize götüreceğiniz balık sayısında da sınırlama var. Ve benim bilmediğim kimbilir başka ne kurallar. O yüzden yakalananların çoğu, salıveriliyor. İngilizcede “sports fishing” terimini bilirdim, hobiler arasında geçer; ama bunu balık avlama ile eşdeğer tutardım; sınırsız, sorumsuz balık avlama ile eşdeğer. Burada kavradım, “sportif amaçla balık tutma” olduğunu…

Derede somon avlayanlar, Anchorage, Alaska

Evet. Buralarda somon pek bol dediğim gibi, yemek olarak da pek bir ünlü. Onun kadar bir ünlü daha var; o da yengeç.

Madem Alaska’dayız, madem yöresel bir restorana geldik, yöresel birşeyler yemeli. Ailede kızlar somon, erkekler yengeç bacağı tercih etti. Bizim yediğimiz Kral somon’du (“King salmon”). O zaman anladım; Somonun kralı, ‘Kral somon’. Yengeç bacakları ise kral yengecin (“King crab”) bacakları idi. Sadece boyutları değil, lezzetleri ile hak etmişlerdi bu ünvanları…

Yöresel yemekler hakkında bir fikir versin diye paylaşıyorum aşağıda sizinle bu restoranın menüsünü ve yemek örneklerini… Başka bir niyetim yok, inanın!

“Bridge Seafood” restoranının menüsü, Anchorage, Alaska
Yengeç bacağı, "Bridge Seafood" Restoranı, Anchorage, Alaska
“Bridge Seafood” Restoranında Kral somon, Anchorage, Alaska

*

Evet. Alaska hakkında ilk izlenimlere sahip olduğum yer oldu Anchorage. İki günüme Anchorage müzesinini gezmek, “iyi ki yapmışım” dediğim buzul yürüyüşü, ve Alaska yemekleri ile tanışmayı sığdırabildim. Bir bakıma “Alaska tarihi, coğrafyası ve kültürüne giriş” oldu bu benim için.

Zamanım olsa yapılabilecek bir iş daha vardı burada. O da Alaska Miras Merkezi (“Alaska Heritage Center”) ziyareti... Onbir farklı kültür yaşamış Alaska’da. Bu farklı kültürleri anlatan, canlı sunumları ile size de yaşatan, geniş bir alana yayılmış bir müze anladığım kadarıyla…

Kızak köpekleriyle tanışmak ve onların çektikleri kızakla mini bir yolculuk için deaklım kalmadı” desem yalan olur. Bu yolculuk ile ilgili en büyük sıkıntı, bu mevsim kızak çekilen yere helikopterle götürülmeniz gerektiği ve bunun oluşturduğu ek maliyet ve uğraş!

Bizim ziyaretimiz Ağustos ayında gerçekleşmişti, Alaska’ya. Kışın turistik ziyaret pek mümkün olamaz gibi geliyor bana. Ancak rehberimizden duyduğum, Mart başı pek güzel olurmuş buralar, kışın ziyaret için en uygun zamanmış. Hem Şubat ayı sonunda yapılmaya başlanılan buzdan heykelleri görme fırsatı, hem kızak köpeklerinin yarışları, hem de kuzey ışıklarını görme imkanı. Hepsi bir arada. Neden olmasın?

Neyse… Bu planları bir kenara bırakıp, iyice dinlenmeli. Zira, sabah erkenden kalkıp, Seward’a doğru yola çıkacağız. Bu sefer trenle… İki günü değerlendirip, gemi yolculuğuna başlayacağımız yer Seward. Bakalım bizi neler bekliyor? Eşlik edersiniz değil mi? Seward’da buluşmak, Alaska’yı biraz daha tanımak, sonra da gemi ile Güneydoğu Alaska’ya yönlenmek üzere… Şimdilik hoşçakalın 😊
                                                                          *

Bundan sonraki Alaska yazılarım sırasıyla;

2- ALASKA; ANCHORAGE’DAN SEWARD’A için lütfen tıklayın

3- ALASKA GEMİ TURUNA BAŞLARKEN… HUBBARD BUZULU VE BAŞKENT JUNEAU için lütfen tıklayın

4- ALASKA’DA ALTINA HÜCUM; SKAGWAY’DEN YUKON TOPRAKLARINA için lütfen tıklayın

5- “ICY STRAIT POINT”; ALASKA’DA DOĞANIN PEŞİNDE için lütfen tıklayın


27 Temmuz, 2017

TORONTO KAZAN, BEN KEPÇE; Günlerden STRATFORD FESTİVALİ



İki ay kadar Toronto’dayım, daha önce epey gezdiğim bir şehir Toronto. “Değişik ne yapabilirim, zamanımı nasıl değerlendiririm?” diye araştırırken yakınlarda bulduğum iki tiyatro festivalinden biriydi, Stratford Festivali

Mayıs ve Ekim ayları arasında dört ayrı salonda, gündüz ve akşam olmak üzere dönüşümlü 14 oyun sergileniyordu. Toronto’ya kabaca 2 saat mesafede olan bu şehre, uygun fiyata servis hizmeti de düzenlenmişti. Sizi istediğiniz tiyatro binasının önünde bırakıyor, yine Toronto’ya dönmek istediğiniz tiyatronun önünden alıyordu.  Üstelik aynı gün dönmek de şart değildi. Servisten yararlanmak için ise tiyatro bileti şarttı.

Gözüme kestirdiğim oyunlar hafta sonunda peş peşeydi. Cuma günü bir, Cumartesi iki, Pazar günü yine bir oyun izleyecek şekilde aldım biletlerimi; ikisi müzikal, birisi komedi, diğeri ise Shakespeare komedisi.  Her gün git-gel yapmamak, hem de aralarda şehri gezmek düşüncesiyle, iki gün için de otelde ayırttım yerimi. Ne iyi yapmışım!  Müthiş güzel ve keyifli bir hafta sonu tatil paketi hazırlamışım kendime bilmeden, müthiş güzel bir şehirde…

Hadi size önce şehirden, sonra festivalden bahsedeyim.

Stratford, Toronto’nun batısında, yine Ontario eyaletinde bir yerleşim yeri. Nüfusu otuz bin. Adını İngiltere’de Shakespeare’in doğduğu ve mezarının bulunduğu, “Stratford upon Avon”dan almış. Üstelik burada etrafına kurulduğu nehre de İngiltere’deki nehrin adı verilmiş; Avon nehri. O kadar çok İngiltere’den alınma yer isimleri dikkatimi çekti ki bu çevrede. En basitinden London (Londra); Stratford’a sadece 60 km mesafede…

Evet. İlk yerleşim 1832’de gerçekleşmiş, Stratford’da. Zaman içinde kasaba, sonradan şehir olsa da, inanın halen kasaba kıvamında. Büyük şehir karmaşasınan uzak, sakin caddeler, boş araç park yerleri… Yüksek bina da göremezsiniz şehirde. Bir çok yere yürüyerek gitmeniz de mümkün üstelik.

                                              Stratford- Ontario, Kanada

Viktorya (“Victorian”) tarzı binaların çeşitli örneklerini görmek mümkün, Stratford’da. 1837-1901 yılları arasında İngiltere’yi yöneten Kraliçe Victoria dönemine denk gelen yapılar bunlar. Belediye Binası ve Adliye Binası ise en güzel örnekleri…

Belediye Binası, Stratford- Ontario, Kanada
Adliye Binası, Stratford- Ontario, Kanada

Restoran ve “Cafe”ler dışında, ev dekorasyon malzemeleri satan pek keyifli dükkanlar var ana caddede. Dikkatimi çeken bir konu da, oldukça fazla sayıdaki kitabevi varlığı…

Stratford- Ontario, Kanada
“Ten thousand villages” adlı mağazanın içi, Stratford- Ontario, Kanada

Ve beni en çok cezbeden geniş yemyeşil alanlar… Neredeyse uçsuz- bucaksız çimenlik, ve yer yer ağaçlık..  Sessizlik, sakinlik…   Hele şehrin içinde biraz daha genişlemiş ve Victoria gölü adını almış nehir…  Etrafı da yemyeşil gölün. Göle uzanan ağaç dalları- yaprakları, yürüyüş- bisiklet yolları, piknik alanları, dinlenmek için banklar

O kadar huzur dolu, o kadar keyifli oldu ki benim için, boş vakitlerimi burada geçirmek.

Stratford- Ontario, Kanada
Stratford- Ontario, Kanada
Bir de kuğular. Şehrin sembolü yapılmak istenmiş kuğular. Her yaz 24 adet kuğu bırakılırmış göle. Hava koşulları sertleşmeden de toplanır, uygun ortamda bakıma alınırlarmış. Sadece kuğular mı? Ördekler ve Kanada kazları da eksik değildi ortamda...

                 Stratford- Ontario, Kanada
Gölde kayıkta kürek çekebilir, su bisikleti kullanabilirsiniz. “Juliet” adlı tekneyle gezinti yapmak da alternatifler arasında; kaptanınız da çok genç, Dünya güzeli bir hanım olur üstelik.

Kışın mı ? Kışın da göl donuyor, buz pateni yapılıyormuş… Bana o durumda seyretmek düşerdi her halde…

                                                 Stratford- Ontario, Kanada
                                                     Stratford- Ontario, Kanada
                                                       Stratford- Ontario, Kanada
                                                  Stratford- Ontario, Kanada
Aslında, emekli şehriymiş Stratford. İnsanın ömrüne ömür katar, inanın. Öte yandan, Kanada’da yaşanacak en güzel 15 yer arasında da geçiyor adı.

Bir de ufak ayrıntı, ne kadar ilginizi çeker bilmiyorum ama, Justin Bieber’ın da  memleketi, daha doğrusu büyüdüğü yer; doğum yeri ise Londra, ama, buradaki Londra…

Emekli şehri Stratford- Ontario, Kanada
Gelelim Festivale… Bu kadar küçük bir şehirde, dört tiyatro salonu ve her yıl beş-altı ay süren, en az on oyunun sahnelendiği  bir tiyatro festivali… Rüya gibi, değil mi?

Tiyatro salonlarından en büyüğü “Festival Tiyatrosu”. O da kocaman, yemyeşil bir bahçede yer alıyor; Shakespeare bahçeleri adı. Shakespeare’in bir de heykeli bakıyor tiyatro binasına… Uçsuz bucaksız, arada çiçeklerle bezenmiş bu bahçede, heykele yakın bazı bitkilerin adları da yazıyor. Tıpta kullanılan bazıları dikkatimi çekti önce. “Ne güzel, botanik bahçesi de yapmışlar” diye düşünürken, Shakespeare’in oyunlarında adı geçen bitkiler olduklarını öğrendim sonradan.

                                       Festival Tiyatrosu, Stratford- Ontario, Kanada
Shakespeare bahçelerindeki Shakespeare heykeli, Stratford- Ontario, Kanada
Devil’s herb (Şeytanın bitkisi- Atropa belladonna), Shakespeare bahçeleri,  Stratford- Ontario, Kanada

Shakespeare bahçelerinin bir kenarında, tiyatro salonuna yakın, kiremit renkli bir bina dikkati çekiyordu. “Stratford Normal School” yazıyor üzerinde. Merak ettim, eskiden öğretmen okullarına verilen isimmiş “Normal School”. Bizde de vardı öğretmen okulları, hatırlıyorum. Bu da 1908 yılında yapılan dört öğretmen okulundan biriymiş ve pek değişime uğramadan ayakta kalan tek örnek.

Bu tarihi öğretmen okulu ile Shakespeare heykelinin arasında yine bir heykel grubu yer alıyordu; “Üçüncü Perde” (“Act III”) demişler ve bir tabelada açıklamışlar neyi temsil ettiğini... 1997’de Festival Tiyatrosunun yenilenme projesinin bitimi imiş bu. Birinci Perde  Stratford Festivalinin başlaması, İkinci Perde ise Festival Tiyatrosunun açılması olarak kabul edilmiş. Bağışları ile katkıda bulunanların adları da yazılmıştı plakalara…

O kadar çok kurum bağışlar ile ayakta kalıyor ve gelişiyordu ki buralarda… Değişik yerlerde, değişik kurumlarda gördüğüm tabelalardan anlıyordum bunu… Bağışlarının hedefine ulaştığını görmek ne güzel, ne motive edici olsa gerek tüm hayırseverler için...

                              Shakespeare bahçeleri, Stratford- Ontario, Kanada
“Act III” (Üçüncü Perde), Shakespeare bahçeleri Stratford- Ontario, Kanada
“Act III” (Üçüncü Perde), Shakespeare bahçeleri Stratford- Ontario, Kanada
Dönelim Festival tiyatrosuna… 1600 kişilikmiş salon. İki oyunu burada izledim. Klasik düzenden farklı, seyircilerin hafif ortasına girmiş bir sahne ve dolayısı ile bir kısmı sahneyi yandan gören koltuklar…

Festival Tiyatrosu (binanın arka kısmı), Stratford- Ontario, Kanada
Dört tiyatrodan birisi de, Tom Patterson Tiyatrosu.  Burada her hangi bir oyun izlemedim, ama Tom Patterson’un kim olduğunu öğrendim. Bu tiyatro festivalini hayal edip, başlatan kişi Patterson. Stratford’lu. 1920 yılında doğmuş, “Büyük Buhran” zamanında büyümüş, ve hep toplumu canlandıracak bir şeyler hayal eder dururmuş…. 1950’lere gelindiğinde, kendi şehrinde Dünyaca tanınmasını istediği, Shakespeare tiyatro festivalini başlatmak istemiş. Buna gülüp geçenler olsa da, zamanının Belediye Başkanı,  Belediye Meclisi ve Shakespeare oyunları yönetmeni bir İngilizin desteği ile, iki yıl geçmeden, Haziran 1953’de Shakespeare’in “III. Richard” oyunu ile atılmış festivalin adımları… Bugün ise bahsettiğim konumda festival; gelişmiş olarak ve dimdik ayakta…

Daha sonra da önemli görevlerde bulunmuş ve Kanada tiyatrosunun gelişmesine katkıları devam etmiş Tom Patterson’ın. Victoria gölünün ortasında küçük bir ada var; 1977’de bu adaya adı verilmiş; Tom Patterson adası.“Kanada tiyatrosuna desteği ve bu güzel şehrin başka diyarlarca da tanınmasına katkıda bulunması…” diye yazmış Stratford halkı adadaki tabelaya. 2005 yılında vefat etmiş Patterson, ve girişimlerinin meyvelerini de büyük oranda görmüş muhtemelen.

Gelelim diğer salonlara. Bunlardan birisi “Avon Tiyatro Salonu”, diğeri ise hemen yanındaki  “Studio” tiyatrosu. İzlediğim diğer iki oyun Avon sahnesideydi. O da oldukça büyük bir salon. Yanında da güzel bir mağazası var, tiyatro konseptli…

Avon Tiyatrosu, Stratford- Ontario, Kanada
Tesadüfen tanıştığım Amerikalı bir aileden öğrendim; Amerika’dan turlarla festival için buraya geldiklerini… Bilmem, benim kadar uzaktan gelen var mıdır? Ama bu çevrede yaşayan veya yolu düşenlere kesinlikle öneririm.

Ağır İngilizce içereceğini tahmin ettiğim oyunları seçmemiştim. Öyle kasvetli dramalardan da uzak durdum. HMS Pinafore” ilk izlediğim müzikaldi; oyunun geçtiği geminin adıydı “HMS Pinafore”. Shakespeare’in “12. Gece”sinin replikleri pek ağır geldi, takip etmekte güçlük çektim; ara olduğunda konuyu okuyarak biraz daha adapte oldum sonrasında. Ancak çok mutluydum, bir Shakespeare oyununu izlediğim için burada. “The School for Scandal” (Skandal Okulu), kostümleriyle de ayrıca pek etkileyici, pek keyifli bir komedi idi. “Guys and Dolls” (Adamlar ve Oyuncak Bebekler- Kızlar), inanılmaz dansları, eğlenceli hikayesi ile tekrar izlemek için fırsat kollatacak kadar çeldi gönlümü.

İzlediğim dört oyun ve program kitapçıkları, Stratford- Ontario, Kanada
Güzel ve huzurlu bir kasabada tiyatro... Bana tam bir festival olmuştu...

Bir yandan Tom Patterson gibi güzel hayali olanları, bir yandan bu hayalin gerçekleşmesine destek olan yöneticileri, daha sonra bunun ayakta kalmasını ve gelişmesini sağlayan duyarlı- sanatsever- hayırsever insanları düşündüm… Herkes ayrı ayrı ne kadar takdire değerdi…

Bu festivali araştırıp bulduğum, üşenmeden kalkıp gittiğim için de kendimi çok takdir ettim. Şimdi soruyorum. Neden olmasın? Kalkıp tiyatroya gitmek mi? Değil. Uğraştığımız konuların festivaller olması…? Festivallerle şenlenmek, festivallerle gelişmek, festivallerde buluşmak…

Shakespeare ile bir olduk, selam ve sevgilerimizi gönderiyoruz size Stratford’dan…

Shakespeare bahçeleri, Stratford- Ontario, Kanada
İçinizden sanat aşkı hiç eksik olmasın. Hep festival gibi olsun hayatınız… Sağlıcakla kalın…😊

                          *
  Bir başka "TORONTO KAZAN, BEN KEPÇE" yazısı; "Günlerden MAVİ BALİNA" için lütfen tıklayınız.