23 Haziran, 2015

HAYDİ, MAVİ TUR'A... GÖKOVA KÖRFEZİ'NDE ALTI GÜN








Yaz geldi. Deniz mevsimi açıldı. Haydi, hazırlanın bakalım, Mavi Tur’a çıkıyoruz. Gökova Körfezi’nde tekne ile altı gün.

İlk Mavi Tur’umuz olacak bu sizinle.

Bizim de ilk Mavi Tur’umuzdu. Dokuz metrelik bir tekne, deniz aşığı bir adam ve üç mecburcu; onbeş yaşında bir erkek evlat, on yaşında bir kız evlat ve ben. Sizi de davet ediyorum  bu altı yıl önce ailece yaptığımız ilk Mavi Tur’a.

Dokuz metrelik bir tekne diyorum, sizin için ne ifade ediyor bilmiyorum. Ben de pek anlamazdım bu işlerden ama, 2005 yılında Bodrum-Yalıkavak’tan ev alınca, eşim öncelikli olarak balık tutmak için daha küçük, yedi metrelik bir tekne almış, onunla günü birlik gezilerimiz olmuştu.

Biz katılmasak da o her hafta sonu balığa çıkar, az az tuttuğu balıkları temizler, buzluğa atar, biraz birikince de yerdik. Bazen de takılırdık ona, “Bütün yaz tuttuğun balıkları, bir kerede yedik” diye... Ama yalan! Tam üç akşam yemeği ziyafetimiz oldu bu balıklarla! Hem de çok güzel vesile oldu bir araya gelmemiz için dost ve akrabalarla...

Biraz öğrenince bu işleri, büyütmek kaçınılmaz!

Biraz daha büyüğüne talip oldu eşim de 2009 yılında. Bu oydu işte, dokuz metre olan. Çoluk çocuk hep beraber görmeye gitmiştik Şubat tatilinde, Marmaris Bozburun’a. Hem keyifli bir gezi olmuştu bizim için, hem de pek beğenmiştik doğrusu; dışı bembeyaz fiber, döşemeler açık gri, tertemiz. Adını eşim koydu, “Dolphin”, “Yunus” yani. Hiç tereddütsüz koydu bu ismi, önceden çok hayal etmiş, planlamış, kararını çoktan vermişti sanki.

Yaz geldi. Arada günübirlik kullanmalarımız devam etse de, bir de “Mavi Tur” planlandı, Gökova Körfezine. Eşimden başka öyle uzun uzun denizde kalmaya hevesli kimse yoktu aramızda, ama aile birlik ve beraberliğini bozmayalım dedik. Geziyi sempatik kılacak, elemanları heveslendirecek faktörler bulmaya çalışıyorduk karı-koca.

İlk sevimli hareket eşimden geldi. Hepimize ayrı şıklıkta, ayrı güzel renklerde birer çift tokyo almıştı teknenin içinde giymek için. Bir yandan da tekne kurallarını hatırlatıyordu alttan alta, “Ayakkabıyla girilmez tekneye”.

Gerçekten sevimli bir giriş olmuştu. Ayrıca tekne pırıl pırıl tertemiz ve en ince ayrıntı ile donanmış durumdaydı her zaman. Evi otel gibi kullanan, misafir gibi girip çıkan eşim pire gibiydi teknenin içinde. Bize hiç iş bırakmıyor, arı gibi çalışıp duruyordu.

Ben bir tavla aldım hediye olarak. Ama o dönemde, o yaşta çocukları olanlar için teknenin vazgeçilmezi ne biliyor musunuz? Laptop. “Laptop” diyorum, çünlü akıllı telefon, tablet girmemişti henüz hayatımıza. O yaz, teknolojik olarak  bir 3G’ye geçiş muhabbeti olduğunu hatırlıyorum sadece.

Yiyecek-içecek depolandı. Unutulan bir şey yoktu. “Ah keşke şunu da almış olsaydık” dediğimiz hiç bir şey olmadı sonradan. Elimizdeki imkanlar dahilinde en iyisini yapmıştık. Benim yaptığım en büyük iş ise aklıma gelebilen ilaç ve basit tıbbi malzemeleri almaktı.

Teknenin güvertesi muhteşemdi. En çok benim kullandığım yerdi güverte. Havlumu atıp, güneşin altında uygun dozda kalmak, kitap okumak, etrafı seyretmek ve benim olmazsa olmazlarımdan olan fotoğraf çekmek için müthiş bir ortamdı.

Seyir sırasında oturduğumuz, bazen de uzandığımız koltuklar, yemek yeme ortamımız da gayet iyiydi.

Yatmaya gelince...

İki kişilik yatacak bir yatak vardı alt katta. Alt kat yanlış bir terim olabilir, “kamara” da denir mi bilemediğim için öyle söyledim. Evet evet, orası kamaraydı ve tek kamarası vardı teknenin. Bu iki kişilik yatağın karşısında, bir de iki inceden insanın girebileceği, neredeyse tomografi cihazı gibi bir yer. Yandan içine girererek yatacağınız, dipye yatan kişininki biraz daha yüksek olsa da, girişte yatan için, yattığınız taban ve tavan arası en fazla 50 cm olan bir ortam. Keşke ölçseymişim, ama inanın o civarda birşeyler, öyle kıpırdamak, sağa sola fıldır fıldır dönmek yok...

Asıl yatağı, yani başta olanı erkekler aldı. Tabii, tomografi cihazı da biz kızlara kaldı. Erkeklerin avantajı, bulundukları ortamda ayağa kalkabiliyor ve sağa-sola dönebiliyor olmalarıydı, ama taban girintili-çıkıntılı ve rahatsızdı. Biz kızların avantajı ise dümdüz bir zemin, sertti ama önemli değil, dezavantajı ise... malum, tomografi cihazı!

Mini bir buzdolabı vardı, ama yemek pişirecek ocak yoktu. O yüzden tamamen denizde olduğumuz günler sabah, öğle ve akşam yemeklerinde Fiks menüye sahiptik: Peynir, zeytin, reçel, domates, salatalık, sivri biber, jambon ve panini ekmek. Neden panini onu düşünüyorum! Sanki büyük büyük dedemiz İtalyandı, ya da diğer ekmeklere kıran girmişti. Ya da daha uzun dayanabilir tipi vardı belki de... Bir de bol bol su, gazlı içecek ve meyve suyu. Aralarda da atıştırmalık olarak kuru yemiş ve cips. Annenin-babanın da hayırlısı! Evlatlara yaranabilmek için her türlü muzur yiyeceği de almıştık tekneye. 

Eşim aile efradına bu işi sevdirmek, sevdirmeyi bırakın, ilk etapta bezdirmemek için her türlü tedbiri almıştı. Önce yedi günden altı güne düşürüldü süre. Ayrıca bu süre içinde hep teknenin içinde kalınmayacaktı. Gün boyu o koy senin, bu koy benim dolansak da, bazı akşamlar karaya çıkıp, önceden ayarlanan tesislerde kalınacaktı. Böylece “Mavi Tur”, mavi turluktan çıkmaya başlıyordu yavaş yavaş, ama bu da “Bizim Mavi Turumuz”du işte!

Ve evet. Temmuzun sonlarıydı. Haydi bakalım. Gün be gün nerelere gittik, neler yaptık, fotoğraflarla canlandıralım anıları...

*
Birinci gün 

Saat 7.30’da ayrıldık Yalıkavak Marina’dan. Dalgaya yakalanmamak için erken yola çıkmak gerekiyormuş, öyle diyordu eşim. Ama yine de vardı biraz dalga. Bu ilk olduğu için hafif dalga bile bize, yani kızlara, çok geliyordu. Arada duyulan cıyaklamalar ondandı.

Eşim dışında tekne kullanma konusunda en hevesli oğlumdu. Bizdeki cıyaklamaların en yoğun duyulduğu dönem de, onun dümende olduğu dönemdi.

Biraz ısınalım, sevelim bu işi diye  dümeni kızıma ve bana da  veriyorlardı arada. Hem kendimizi tekne kullanıyor zannediyor, hem de oyalanıyorduk. Dalgada dümeni elinize alınca, otururken olduğu gibi etkilemiyor sizi, bu da iyi bir taktikti aslında. Başkası kullanırken biraz zıplasanız cıyaklıyorsunuz ama siz dümendeyken pür dikkat, “doğru gideyim, zıplatmayayım” diye elinizden geleni yapıyor, hatta ters bir harekette de mahcub oluyorsunuz.

Yalıkavak Marina’dan ayrılış

Bu arada, boş kaldıkça dümende olan herkesin ayrı ayrı fotoğrafını çekmeye çalışıyordum. Tekne kullanıyoruz ya, bir fotoğrafımız da olsun artık. Deseler “Al bunu çıkar limandan, gez, geri getir...” ... N’olur acaba?

Evet, bu ilk günde planlanan ilk koya kadar  yaklaşık iki buçuk saat sürdü yolculuğumuz. Dalgalar... Fotoğraf... Bir sen kullan... Bir ben... derken, “Yaklaşıyoruz” dedi eşim ve aldı dümeni... Kesti hızı...

Vee... Bir anda kesiliverdi dalgalar... Müthiş bir sessizlik... Benim anlatmayı becerebileceğim gibi değil. Küçük bir koy, mavi-yeşil nasıl berrak bir deniz, etraf yemyeşil çam ağaçları, mis gibi bir hava ve evet ısrar ediyorum müthiş bir sakinlik ve sessizlik. Burası Armonika.

Turumuzun ilk kahvaltısını yaptığımız ve yüzmenin tadına vardığımız ilk yerdi Armonika. Saatlerce kaldık. Herşeye değmişti burayı görmek. Ve ben anladım “Mavi Tur” ne demek! Karadan asla gelemeyeceğimiz ve göremeyeceğimiz ilk yerdi burası.

Armonika Koyu

Çok koylar gezdik, daha sonraki yıllarda da. Ama Armonika, Gökova Körfezi’nde en favori yerim olarak kaldı benim hep.

Gördüğünüz fotoğraflara aldanmayın, “Ayy, burası mıymış?” da demeyin. Ben kadraja 360 dereceyi, tüm doğallığı ile tüm renkleri, mis gibi havayı, sessizliği, dinginliği sığdıramam. Sınırlıdır size gösterebileceklerim ve ifade edebileceklerim. Bazen öyle fotoğraflar vardır ki, muhteşem, ama çok küçük bir ayrıntısıdır gerçeğin. Bazen de öyle fotoğraflar görürsünüz ki, yetersiz, ifadesiz... Hele de benim gibi bir amatörden gelmişse...

O gün içinde Büyük Çatı, Küçük Çatı olarak adlandırılan iki koya daha gittik.  

Bizden başka balıkçı tekneleri vardı Büyük Çatı’da.

Küçük Çatı ise yine yüzme molası verdiğimiz yerdi. Yine çam ağaçları, yine masmavi deniz. Yeşil ve mavi yan yana ne de hoş oluyor!

Eşim bir deniz aşığıdır, ben de yeşil. Ama ikisi yan yana çok daha güzel, çok daha anlamlı. Pek hoş tamamlıyorlar birbirlerini. Sadece görsel olarak değil bu tamamlama, soluduğunuz hava da farklılaşıyor, denizin güzel kokusuna karışmış çam kokusu ve daha da artmış oksijen ile. Kim bilir, belki de bana öyle geliyor. Kim bilir, belki bunun da ötesinde bir şeyler...

Büyük Çatı
Küçük Çatı

Küçük Çatı

O gece teknede kalmayacaktık. Eşim, Amazon’daki “Club Amazon”u ayarlamıştı. Amazon, Koy’un adı. “Club Amazon” da kalacağımız tesis. 20 yıl önce bir kaç yıllık evliyken gelmiştik buraya, kara yolundan, günübirlik. Marmaris’ten Datça’ya giderken ayrılan bir yolla ulaşıyorsunuz. Çok da cazip değil kara yolu, ama en azından ulaştırıyor sizi. 

Bu seferki plan iki gece konaklama şeklinde idi. Deniz sığlaşıyor burada, tekne ile daha fazla ilerlememiz mümkün değil. Uygun bir yere demirledik, küçük bir motorla gelip aldılar bizi. Yine etrafı çamlarla bezenmiş sakin mi sakin bir deniz, ve bu denizi yara yara ilerledik tesisin bulunduğu yere doğru...

Amazon’da demirlemiş "Dolphin"

Bungalovlar var burada, tüm ailenin bir arada kalmasına uygun bungalov ise sadece iki tane idi. Kral ve Kraliçe. Biz Kral dairesinde (!) kaldık. Kapıdaki kralın resmi de bir sempati katıyordu olaya.

“Club Amazon” Kral dairemiz

“Club Amazon” Kral dairemiz

İlk gün güzel bir akşam yemeği yedik “Club Amazon”da. Yattığımız yeri de pek beğendik doğrusu. Deniz biraz yoruyor, temiz hava da çarpıyor insanı...

*

İkinci gün 

Restoranın tavanında üzüm asmaları, ayağımızın dibinde dolaşan tavuklar... Güzel bir kahvaltı yaptık, güzel bir ortamda. Peşine de ormanda yürüyüş... dinlenme... hamak keyfi... sohbet...

Club Amazon, restoranın tavanı
Club Amazon, restoranın tabanı

   Gün boyu Amazon Club’daydık, geceleme de oradaydı. Sakin bir deniz, kanolar ve müthiş ev yemekleri de gelmeli akla “Club Amazon” deyince.

Amazon, Ormanda yürüyüş, sakin deniz
Amazon, Ormanda yürüyüş sırasında
Amazon’da kanolar

*

Üçüncü gün 

Yine güzel bir kahvaltı sonrası ayrıldık Amazon’dan. Eşim önceden çalıştığı ve bildiği koylara götürüyordu bizi.

Bekar Koyu’na gittik önce, biraz yüzme, biraz dinlenme... Balıkçı teknelerini seyretme, onların yaşamlarını anlamaya çalışma, manzara, fotoğraf derken geçti zaman.

Bekar koyu
Bekar koyu, Balıkçı tekneleri


Uzun limana uğradık sonrasında. Gerçekten ince uzun bir koy burası, ama yer yer sığlıklar nedeniyle cesaret edemedik en ucuna kadar gitmeye.

Daha sonra da Küfre’ye geldik.

 Zor olan “kıçtan kara”, biliyor musunuz? Lütfen yanlış anlamayın. Bu teknenin arka kısmıdır denizcilikte. Ve ilk öğrenilen konudur teknenin yönleri: Baş, Kıç, Sancak (sağ), İskele (sol).

Evet, “kıçtan kara” diyordum. “Zor” diyordum. Özellikle de yardımcınız yoksa. Allahtan oğlum vardı. Önce geri geri yanaşıyordu karaya doğru eşim, sonra öndeki çapayı bırakıyor, çapa denizin dibine tutununca, oğlum dümene geçiyordu. Eşim ise kıçtan halatı alıp, aça aça yüzüyor, halatın serbest ucu elinde karaya çıkıyor, bir kaya parçası veya ağaca bağlıyor, sonra da yüze yüze geri dönüyordu. Üşenmeden, büyük bir azimle ve her koyda.

Bu arada oğlum da aldığı komutlara göre bazen ileri, bazen geri, bazen de sağa veya sola ufak manevralarla hareket ettirerek, yardımcı oluyordu teknenin sabitlenmesine. Ben ise anlamaya çalışıyordum olanları, halatın motora dolanmamasına dikkat ederek ve “Ay.. Dikkat et, Tamam mı, Oldu mu?” şeklindeki desteklerimi de esirgemeyerek...

Koydan ayrılırken de terse sarıyorduk aynı filmi.

Küfre. İşte ilk fiks menü akşam yemeğimiz ve teknede ilk gecelememiz burada oldu. Yıldızların altında yanımızda getirdiğimiz filmlerden birini izledik, “laptop”ta, küçücük ekranı hepimizin görmesi için de arkayı dörtleyerek...

*

Dördüncü gün 

Erkenden uyandık, erkenden geldik Çanak Koyu’na. Bir önceki akşam yemeği ile aynı olan kahvaltımızı yaptık. Peşine yüzme... dinlenme... Kafayı boşaltmak için buralardan daha güzel yerler olabilir mi acaba?

Ardından Tuzla koyunda demirledik iki yerde; Fener ve Adalı koy. Yine yüzme... yine dinlenme...

Geceleme bu sefer Löngöz’de... Akşam yemeği, yıldızların altında bir film derken... bir günü daha bitirdik.

Löngöz, akşam üzeri

*

   Armonika, Büyük Çatı, Küçük Çatı, Bekar Koyu, Uzun Liman, Küfre, Çanak Koyu, Fener, Adalı Koy, Löngöz... Daha önce hiç duymadığım yerlerdi. Peki nereden biliyordu eşim buraları? Nasıl keşfetmişti bu güzel yerleri? Nerelerde yüzülüp, nerelerde gecelenebileceğini? Ve ayrıca izleyeceği rotayı? Oysa o da ilk defa geliyordu...

Tabii ki Sadun Boro’dan. 1965-68 yıllarında 11 metrelik yelkenlisi ile Dünyayı dolaşan ilk Türk Denizcisi olan Sadun Boro’dan.

Ne zaman ki anladım eşim bir deniz aşığı ve Sadun Boro onun İdol’ü, o zaman almıştım ona Sadun Boro’nun tüm kitaplarını.  İşte “Vira Demir” adlı kitabıydı eşimin yararlandığı. İstanbul’dan Antalya’ya kadarki kıyılarımız, koordinatları dahil, tüm özellikleriyle adım adım işlenmişti bu kitaba. İnanılmaz bir emek, inanılmaz bir rehber!

*

Beşinci gün 

Sabah herkesten önce uyandığımı hatırlıyorum Löngöz’de. Çarşaf gibi bir denizde ördeklerin yüzmekte olduğunu gördüm. Deniz nasıl bu kadar dümdüz, nasıl bu kadar berrak olabilirdi?

Löngöz, sabah
Löngöz, sabah

Herkes uyanınca önce Ballısu Koyu’na gittik. Yüzme molası.

Peşine ise Okluk Koyu.

Sadun Boro’ya göre “Gökova Dünyanın Cenneti, Okluk Koyu ise Gökova’nın İncisi”.

Düşünüyorum. Tüm dünyayı dolaşmış bir denizci “Gökova’nın dünyanın cenneti olduğunu” vurguluyor. Ne şanslıyız ki Cennet’teyiz. Ama farkında mıyız acaba?

Okluk koyuna girişte bir Denizkızı heykeli var. Hem bu heykelin, hem de bu denizkızının hikayesini anlatmış Sadun Boro Vira Demir’de.

Teknesini ve kendisini yıllarca koylarında ağırlayan, bu çok sevdiği Gökova körfezine bir armağan vermek istermiş ve gönlünde de bir deniz kızı yatarmış. Yıllarca uğraşmış ve nihayetinde ünlü heykeltraşımız Tankut Öktem yetişmiş imdadına, ve Tankut Öktem’in usta ellerinde vücut bulmuş bu güzel denizkızı. 1995 yılında da Okluk koyu’nun girişindeki bu kayanın üzerine yerleştirmişler onu.

Ve heykelin altında da denizkızının hikayesi yazıyor kısaca, Sadun Boro’nun kaleminden: “Bu denizkızı düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için, nice engin denizler, ufuklar aştı... Kıtalar, adalar, koylar dolaştı... Ta ki Gökova’ya ulaşana kadar...”

Ve sonra ekliyor kitabında, “Bu denizkızı, Tanrı’nın bizlere emanet ettiği, bu Dünya cenneti Gökova’yı, bozmadığımız, yakmadığımız, kirletmeyip aynen koruduğumuz için aramızda yaşamaya söz verdi. Temennimiz odur ki, Denizkızı’nı bir gün gene yollara düşmeye mecbur etmeyelim.”

Ve ben farkediyorum, Sadun Boro’nun müthiş bir denizci, müthiş bir yazar olmasının yanında müthiş bir de çevreci olduğunu... Ve yıllar içinde daha da iyi anlıyorum güzel denizlerimizin, koylarımızın, koylarımızı süsleyen güzel ormanlarımızın korunması için ne kadar uğraş verdiğini...

Okluk Koyunun girişi, Denizkızı heykeli
Okluk Koyunun girişi, Denizkızı heykeli
Dolphin’in penceresinden “Okluk Koyu”

Evet. Rüzgardan etkilenmeyen sakin bölge imiş Okluk koyu, yaz kış teknenizi bırakabileceğiniz.

Burada iskele, lokanta ve market var. İskeleye yanaşıp, indik tekneden. Yemeklerimizi ısmarladık. İki gün her öğün kahvaltılıklardan sonra çok iyi gelecekti bu zeytinyağlılar.

Okluk koyu, restoran


  “Kısmet” diye heyecanla seslendi eşim, “Kısmet burada”. Sadun Boro’nun teknesiydi bahsettiği, dünyayı dolaştığı teknesi “Kısmet”. “Nereden tanıdı?” diye şaşırdım önce, hatta benzetiyor mu diye de şüphelendim biraz, ama iskeleden ayrılırken geçtik yanından da adını okuyunca tam anlamıyla ikna oldum. Muhtemel eşim biliyordu buralarda olabileceğini, arıyordu gözleri...

Kısmet, Okluk koyu

Öğle yemeğimizi yedik, dinlendik ve ayrıldık Okluk Koyu’ndan, Kısmet’in yanından geçerek, yakından inceleyerek.

Evet, Kısmet buradaydı.

Kısmet, Okluk koyu

Kısmet


   1965-68 yılları arasında Kısmet ile yapılan ve 2 yıl 10 ay süren Dünya seyahati, “Pupa Yelken” adlı kitabında yer almakta Sadun Boro’nun. Daha sonra, 1977-79 yıllarında da, Atlantik’i tekrar geçerek Doğu Amerika kıyılarını gezmişler ailece Kısmet ile. 2 yıl 3 ay süren bu seyahatleri de “Fora Yelken” adlı kitabında. Belli oldu, galiba ben bu yaz bu kitapları okuyacağım.

Onbir metrelik bir yelkenli Kısmet. Benim hala aklım almıyor dünyayı nasıl dolaştığına. Hem de 50 yıl önce, o zamanın teknolojisi ile, bir pusula, bir harita muhtemelen. Bu müthiş bir aşk, müthiş bir tutku, ayrıca müthiş bir denizcilik bilgisi ve azmi gerektirir. Evet, evet, bu yaz okumalıyım bu kitapları!

Bana göre de dünyayı dolaşmak muhteşem bir şey, ama bana göre olmayan “adrenalin”. Tayfun, fırtına olmasa, düm düz akıp gideceğimi bilsem, ne kadar uzun olursa olsun, hiç durur muyum yerimde acaba? Yarın yola çıkacak bir yol ararım. “Eee, öylesini herkes ister” dediğinizi duyar gibiyim”, ya da “Öyle olunca, ne anlamı olur ki?” diyenlerinizi de...

Evet. Dinlenme yeriymiş Okluk koyu yıllar boyu Kısmet’in.  Ama 2000 yılından itibaren İstanbul’da yerini aldı. Artık “Rahmi Koç Müzesi”nde sergilenmekte Kısmet, bilginiz olsun.

Bu arada... Okluk Koyu’nun yakınlarında Cumhurbaşkanlığı konutu ve iskelesi var, ancak uzaktan görebiliyorsunuz.

Bir de İngiliz koyu adını almış bir koy. Hiç bir negatif hava koşulundan etkilenmeyen çok güvenilir bir limanmış burası. Savaş sırasında geceleri Alman gemilerini bombalayıp, sabahın ilk ışıklarında buraya sığınan İngiliz savaş gemileri nedeniyle verilmiş bu ad. 

Kalabalıktı İngiliz Koyu, karşısındaki bir koya demir attık, ve bir yüzme molası verdik.

İngiliz Limanı yakınları

Sonra kırdık dümeni Karacasöğüt Marina’ya. Marina’da iki teknenin arasına yanaşmamız gerekti. Bir kural daha öğrendik burada. Etrafta yanaşmamıza, halatı bağlamamıza yardımcı insanlar varken, bizim de biraz kıpırdamamız gerekiyormuş. Ben şimdiye kadar bu işlerden anlamama, beceriksizlik ve başımın dönme maazeretlerinin arkasına sığınmışken, kalktım ayağa bir gayret. Yandaki teknelere değmemeye yardımcı olmak ve denk getiremesem de halatı iskeleye atmak için. Halatı bağlama işi ise, oğluma kaldı tabii ki.

Marinada teknenin su ve elektrik ihtiyacını karşılamak mümkün. Son iki gecemizdi. Bir pansiyonda geçirmeyi planlamış olsak da, çocuklar tekneyi tercih ettiler, keyifleri de yerindeydi. Ya hoşlanmışlardı bu işten, ya da biteceği için mutluydular.

Karacasöğüt marina
Karacasöğüt marina

Restoran, market de var Karacasöğüt’te. Bizim yanaştığımız marina, köyün marinası idi.

Ama Gökova Yelken Kulübü de var burada, hemen hemen sadece yelkenli tekneler yanaşır. “Global Sailing Academy olarak da hizmet verdiğini sonradan öğrendim. Çocuklara, gençlere yelkeni öğretmek ve sevdirmek için güzel bir fırsat olabilir. Bu da ilgilenenlere duyurulur.

Karacasöğüt, Gökova Yelken Kulübü, akşam üzeri

Karacasöğüt’ten Marmaris’e minibüsler var. Biz de bu fırsatı değerlendirerek yemeğe gittik Marmaris’e. Bir güzel de yürüdük Marmaris’in içinde.

Evet. Döndük ve teknede yattık o gece de.

*

Altıncı gün 

Sabah güzel bir kahvaltı yaptık Karacasöğüt’teki bir restoranda.

Karacasöğüt, restoran
Karacasöğüt kahvaltı
Karacasöğüt
Karacasöğüt, dalda limonlar
Karacasöğüt, süs biberleri

Sonra kırdık dümeni Sedir Adası’na...

Ünlü bir plajı var ama, biz oraya demirleyemedik. Ya kalabalıktan, ya da dalga olduğundan, tam hatırlamıyorum ama belki de iki nedenle birden. Plajı geçince burnu dolandıktan sonra attık demiri. İlk defa dalgalıydı demirlediğimiz bir koy, ama burayı da görecektik.

Tarihi bir değeri de var Sedir Ada’sının. İlk yerleşimin MÖ 1440 yılında olduğunu okudum Suzan Tammer’in kaleminden, “Antik Uygarlıklar, Arkeoloji ve Sanat Tarihi konularında araştırmaları olan bir yazar, tercüman-rehber” Suzan Tammer’in kaleminden, yine Vira Demir’in içinde... Sadun Boro’nun bu inanılmaz rehberini arkeoloji bölümleri ile daha da zenginleştirmiş Suzan Tammer, kıyılarımızdaki katman katman tarihi yazarak.

“Kedreai” antik kentine ait duvarlar ve antik tiyatro kalıntıları barındırıyormuş ada. Denizden görüyorsunuz duvar kalıntılarını, ama çıkıp gezemedim. Bir de zeytin ağaçları var. Birliktelikleri de çok güzel üstelik. Ah, bir de şu dalga olmasaydı, daha çok çıkaracaktım tadını, ama çalkalana çalkalana bir hal oldum teknenin tepesinde. Bu, ertesi gün evde başımı yastığa koyduğumda da sallanıp duracağım anlamına geliyormuş, bilemedim o zaman.

Plajı da incecik, sarı kumu ile ünlü. Rivayete göre, Kleopatra ve Antonius bu adada buluşurlarmış, hiç kum olmadığından Afrika’dan getirtmişler bu kumu. O nedenle “Kleopatra plajı”dır adı,  hatta “Kleopatra adası” da denir, Sedir adasına.

Plaj tarafına demirleyemediğimiz için kendi gözümden anlatamayacağım, ama yapışıp kolay çıkmayan ve yanan bir kummuş bu. Karbonatın çok olduğu sularda, dalgalar ve hafif çalkantılar sonucunda, deniz tabanındaki karbonatlı çamurların bir çekirdek etrafında toplanmasıyla, çok uzun sürede oluşurmuş, “oolitik” denilen bu kum. Anadolu iklim kuşağında ve denizlerinde rastlanmayan bir kum türüymüş. Bu nedenle de, koruma altına alınmış, ada dışına götürülmesi kesinlikle yasakmış.

Bu sefer görememiştik yakından ama, umarım ilk fırsatta... Belki gitmiş olanlarınız vardır aranızda, belki de gitmek isteyecekler. Marmaris Çamlık köyü iskelesinden hergün buraya kalkan motorlar mevcutmuş. Bilginize...

Sedir adası
Sedir adası
Sedir adası

Döndük Karacasöğüt’e. Eşim ve oğlum tarafından temizlendi tekne bir güzel. Biz kızlar da deniz kıyısında dolandık “lay lay lom”, iyi işmiş bu! Yemeğimizi buradaki restoranda yedik. Erkenden de yattık o gece, sabah güneş doğmadan yola çıkmak üzere...

*

Yedinci gün 

Ve evet erkenden çıktık yola, güneş doğmadan. Çocuklar uyuyordu, eşim ise dalgalar artmadan bir an önce varma niyetindeydi Yalıkavak’a... Ama çoktan başlamıştı dalga, hoplaya zıplaya, neredeyse üç saat. Güneşin doğuşunu izledim izlemesine de, hoplamaktan zor denk getirdiğim fotoğrafları beğenir misiniz, bilmiyorum!

Karacasöğüt’ten Yalıkavak’a dönüş
Karacasöğüt’ten Yalıkavak’a dönüş

Yalıkavak Marina, 2009

*

   İki dalgayı altına alacak boyutta olursa, daha az sarsarmış tekne insanı. Yine böyle diyordu eşim. Bu, beş yıl sonra veda edeceğimiz anlamına geliyormuş Dolphin’e, o zaman anlamamışım! Demiştim ya; biraz öğrenince bu işleri, büyütmek kaçınılmaz tekneyi!

*

Hem zevkli, hem zor bu tekne işi. Ama güzeldi doğrusu. 2 gece Amazon, 1 gece Küfre, 1 gece Löngöz, 2 gece Karacasöğüt’te geceleme ve altı günde gezilen Gökova Körfezi.

Memleketimin güzel suları, güzel koyları, mavi ve yeşilinin kardeşliği idi Gökova. El değmemiş koylar ayrı güzel, tesis olan yerler ayrı... Onlar da tamamlamıştı bu mavi turda birbirlerini bizim için.  

Buyurun, çoğu zaman olduğu gibi, bir de gezilen yerlerin uzaktan ve yakından haritalarını sunayım size, yine Google Earth sponsorluğunda, yine Google Earth’ün izniyle...

Gökova Körfezi (uzaktan) (Daha sonraki Mavi Turlara ait yerler de işaretlidir, sizi yanıltmasın)
Gökova Körfezi (yakından)

Daha sonraları da yaptık Mavi turlar, yine kendimize göre uyarlayarak, “Bizim Mavi Turumuz” olarak.  Teşekkür ediyorum size, bu ilkinde eşlik ettiğiniz için bize...

*
Ancaak...

Bu satırları yazarken Sadun Boro’nun hastaneye kaldırılmış ve durumunun ciddi olduğunu, ertesi gün ise vefatını öğrendim. 5 Haziran 2015’te, 87 yaşında.

Daha bir kaç gün önce Eşim Turgutreis Marina’da çektiği bir fotoğrafı paylaşmıştı benimle. Denizden çıkan atıklar sanata dönüşmüş, Sadun Boro’nun dev portresi ne kadar güzel ve anlamlı olmuştu.

Sizinle de paylaşmak,  bir de Okluk Koyu’nda kaleme almış olduğu ve şimdi “vasiyeti” diyebileceğim yazısıyla tamamlamak istiyorum, “Cennet Gökova’nın Kıymetini Bil, Onu Koru, Bozma, Yakma, Kirletme” diye vurgulayan yazısıyla...

Nurlar içinde yat değerli büyüğümüz “Sadun Boro”. Seni biraz anlayabilir, biraz da dinleyebilirsek... Ne mutlu bize!

Turgutreis Marina, Sadun Boro’nun denizden çıkan atıklarla yapılmış olan dev portresi (eşimin objektifinden)

Okluk koyu restoranı, “Sadun Boro’nun vasiyeti...” demek yanlış olmaz umarım

*

Başka Mavi Tur’larda da buluşmak umuduyla...

BEĞENİRSENİZ PAYLAŞIN, BEĞENMEZSENİZ YAKIN!

     

09 Haziran, 2015

VENEDİK'TEN SONRA... SİRMİONE VE VERONA



Nerede kalmıştık?

“Sirmione’da buluşmak, oradan da Verona’ya gitmek üzere şimdilik hoşça kalın”  demiştim en son size, “Taze Taze Venedik”  başlıklı yazımda.

Piazzale Roma’dan teslim aldığımız kiralık araba ve navigasyon cihazımızla Özgürlük Köprüsü’nden geçerek ana karaya bağlanmış ve öğle sularında ayrılmıştık Venedik’ten.

Gitmeden önce araştırmıştım, Venedik-Verona arası 110 km, aslında tren de var. Verona- Sirmione arası ise 30 km, bunun için de otobüsler var. Bilginize... Ama biz Sirmione’a direk gitme, bölgede rahat dolanabilme umuduyla araba kiralamayı tercih ettik. 

Yaklaşık 2 saat kadar sürdü yolculuğumuz. Öğleden sonra Sirmione’daydık.  Hani şu Garda gölünün güneyindeki Sirmione’da.

Garda gölü, İtalya’nın kuzeyinde İtalya’nın en büyük gölü. Boyu 50 km, eni ise 17 km. Alplerdeki buzulların erimesiyle oluşmuş, buzul çağının sonlarında...

Sirmione ise Garda gölünün güneyinde, gölü ikiye bölecek şekilde yukarıya doğru uzanan ince bir yarımada olan Sirmio yarımadası üzerinde yer almakta. İlk olarak, MS 1.yy.da zengin Romalılar yerleşmişler buraya. 1405-1797 yılları arasında Venedik Cumhuriyeti sınırları içinde yer almış, 1810’da ise Birleşik İtalya’ya katılmış Sirmione.

Bu ince yarımadanın ortasından geçen bir yolla ilerledik kasabanın merkezine doğru. Yolun etrafında ağaçlar, çok da bitişik olmayan büyük evler dikkati çekiyordu. İlerledikçe güzel bir tatil beldesinin varlığını hissetmeye başladık.

Sirmione’a ilerleyen cadde

*

   Otelin bulunduğu bölgeye girişte bir bariyer  koymuşlar, rezervasyonumuzu otelden konfirme edip, öyle aldılar bizi içeri.

İçeride oldukça dar sokaklar, bir kısmı gidiş, bir kısmı geliş olarak ayarlanmıştı. Aslında hiç araç olmasa daha da hoş olurmuş bence. Biraz ilerleyince otelimize ulaştık.

Hotel Flaminia. Hemen gölün kıyısında. Sevimsiz bir resepsiyonist dışında herşey çok sevimli idi. Girince kendimi memleketimde hissettim. Niye mi? Dekorasyon yüzünden. Fotoğraflara bakınca bana hak vereceksiniz. Sizce de o halılar, kilimler Türk değil mi?

Sirmione, Hotel Flaminia
Sirmione, Hotel Flaminia

*

Ortaçağ’dan kalma kalesi ve kaplıcaları ile ünlü Sirmione. Oldukça küçük, turistik, şirin mi şirin, sekiz bin nüfuslu bir kasaba. Tamamen yürüyerek gezebileceğiniz bir yer.

Biz zaten alışmışız iki gündür yürümeye, her zamanki gibi, eşyaları içeri attık, kendimizi dışarı. Şansımıza bu gezide hava hep güzeldi. O gün de öyle, tam bir ilkbahar havası... Ne bunaltan bir sıcak, ne üşüten bir soğuk... Ilık mı ılık... Otelin yanında durup soluduk biraz göl havasını, peşine pratik birşeyler atıştırdıktan sonra da birkaç yüz metre ötedeki kalenin yanına geldik.. 

Sirmione, Hotel Flaminia yakınları

*

  “Castello Scaligero”. Kalenin orijinal adı bu. 13.yy da yapılmış, stratejik bir konumda. Hendek ile çevrili, zincirle açılıp-kapanan köprüsü var, hani şu filmlerde gördüğümüz gibi.  Surların bitişi çok estetik, dümdüz bir çizgi şeklinde değil de, boyu biraz kısaltılmış lale gibi sonlandırılmış uçları, o dönemin özelliği belki de.

İçine giriliyormuş, hatta manzara da çok güzel ve ünlüymüş. Akıl edemedik biliyor musunuz? Yanımızda çocukların eksikliği hissediliyordu. Onlar olsa hiç bu kaleyi fethetmeden döner miydik acaba? Yedek akıl şart. Gençlerin aklı ve merakı, her zaman lazım!

Kalenin hemen yanında küçük bir kilise var, 12. yy dan kalma, şöyle bir bakıp çıktım.

Sirmione, kale

Sirmione, kale
Sirmione, kale

Sirmione, Garda gölü
Sirmione

*

Sonra kasabanın güneyine, yani giriş yaptığımız taraflarına yürüdük. Başınızı kaldırıp bakmak aklınıza gelmez belki ama ağaçların altından geçerken, bir kuşun sesi sizi cezbediyor, kafanızı kaldırıp bakıyorsunuz, kendi başına şakıyıp duruyor. Ayrıca gölde ördekler, çeşit çeşit kuşlar... Hayatlarını yaşıyorlardı sakin, telaşesiz..

Ne ağacı olduklarını bilmiyorum ama yeni budanmış ağaçlar çok estetik görünüyordu, kasabanın her yerinde... Girdiğimde dikkatimi çeken ilk şirinlik de bu olmuştu zaten.

Sirmione
Sirmione, ve güzel ağaçları
Sirmione

Sirmione
Sirmione, dalda şakıyan bir kuş
Sirmione, Garda Gölü
Sirmione, Garda Gölü'nde ördekler

*

   Güneye doğru yeterince açıldığımızı düşündükten sonra geri merkeze döndük. Her ne kadar kahveyle aram olmasa da, oturup dinlendik ve birer kahve içtik. İtalya’dayız sonuçta, bir “cappuccino” içmeden dönmek olmazdı.

Bu dinlenme sonrası sıra yarımadanın kuzeyine, yani ucuna doğru yürümeye gelmişti. Sayıları gittikçe artan zeytin ağaçları ve yarımadanın en sonunda denk geldiğim erguvan, yine memleketimi anımsattı bana.


Sirmione, yarımadanın kuzeyine doğru, zeytin ağacı

Sirmione, yarımadanın kuzeyine doğru, zeytin ağaçları

Sirmione, yarımadanın kuzeyine doğru yürürken

Sirmione, yarımadanın kuzeyi

Sirmione, yarımadanın kuzeyi

Sirmione, yarımadanın kuzeyine doğru, Erguvan ve Zeytin ağacının arkadaşlığı

Büyükçe de bir kaplıca tesisi var uca doğru. Bu da ilgilenenlere...

 Yarım günde bitirmiştik Sirmione’u. Aslında araba kiralama amaçlarından  biri, Garda gölünün etrafını da gezmekti, güzel köyler olduğunu okumuştum, ama eşimi direksiyonda daha fazla yormamak, dönüşümüzü de çok geç vakte bırakmamak için vazgeçtim bu sevdadan. Tüm tur acentaları da Sirmione’a getiriyordu. Vardır bir bildikleri, demek ki burası en güzeli diye avuttum kendimi.

Sirmione’daki akşam yemeğimizi Bar Moderno adlı restoranda yedik. Eşim çoğu kez olduğu gibi ızgara deniz ürünleri tabağı aldı,  ben ise domates çorbası. Çok seviyorum bu domates çorbasını. Canım ağır birşeyler yemek istemeyince de lezzetli ve hafif bir seçenek oluyor benim için. Hele İtalya’da... Hiç de pişman olmuyor insan. Eşim de kendi tabağından pek memnun kalktı sofradan.

Tabii gün içinde bir kaç kez “gelato” yeme görevini de hiç aksatmadı. Biliyorsunuz İtalya’da dondurma gelato’dur, “gelato” yazılır, “jelato” okunur, aman bir yanlışlık olmasın!

Bu kadar küçük bir kasabada, bu kadar çok dondurmacı ve bu kadar çok çeşit dondurma varlığı inanılmazdı. Çok “dondurmasever” bir tip olmasam da, yedim bu güzel “gelato”ları. “Gereksiz kalori mi aldım?” gibisinden biraz vicdan yapsam da, güzeldi valla!


Sirmione, tezgahlardaki “gelato” çeşitlerinin küçük bir kısmı

Bir günümüz daha vardı, ama biz onu Verona’ya ayırmıştık. Yine de Sirmione’da daha uzun kalabilecekler için kaplıcaları değerlendirme, çevre köylere gezi ve yanlarında çocuk ya da gençler varsa da  bir tema park olan Gardaland’i önerebilirim. Bir de bizim yapacağımız gibi, Verona tabii. Oteliniz de size etraf gezileri konusunda yardımcı olacaktır, emin olun. Dediğim gibi oldukça şirin, bir çok Avrupalının gözde tatil beldesi Sirmione. Venedik, Milano, ve tabii ki Verona’dan günü birlik ulaşım da mümkün.

Biz Sirmione’da gezerken kızım da koro grubuyla birlikte Venedik’e gitmişti. Rıhtım’da şarkı söyleyip, Çinlilerin ilgi odağı olmuş ve birçok fotoğrafa da poz vermişler. Ayrıca Caffè Florian’da sıcak çikolata içip, gondol turu da yapmışlar.

Bir de kısa video çekip yollamış bize.  “Biz gondolda bir serenad denk getiremedik” demiştim ya size, o da ne? Sen misin serenad yapmayan gondolcu? Bizimkilerden altı kişi oturmuşlar gondola, sakin sakin, “Kı-zıl-cık-lar ol-duu mu, se-le-le-re dol-duu mu, heyy... Oğ-lan pek gü-zel am-ma, a-na-sı ol-ma-ma-lı...” diye şenlendirmiyorlar mı yarışma şarkılarından biriyle Venedik kanallarını... Nasıl hoştu anlatamam! O anda orada turist olmak vardı! En az 20 kez izlemişimdir. Ah, izin vermez ki bizim cadı, sizinle de paylaşsam! Neyse, siz canlandırın artık gözünüzde...

İyice dinlenip, sakin sakin yaptık kahvaltımızı ertesi sabah.

Sonra ver elini Verona. Verecek de, nazlandı biraz! Arena di Verona yakınına park edecektik. İşte burada dert oldu araba başımıza! Ortalığa bırakmamamız, otoparka gitmemiz önerildi. Ama otopark nerede? Sonunda bir genç yardımcı oldu da arabadan kurtulduk, rahatladık. Ama az kıvranmadık doğrusu.

 Evet. Verona’da yapılacak işler listemde Arena di Verona’yı görmek, mümkün olursa koro müziği yarışmasına katılmış olan grupların Arena di Verona’daki konserini izlemek, Hop-on Hop-off şehir turu, Erbe meydanı, Juliet’in evini ziyaret, akşam da kızımın okul korosunun Verona’ya yakın bir otelde verecekleri dostluk konserine gitmek vardı. Evet, en önemli kalem buydu. Ama gelmişken methini duyduğum Verona da mümkün olduğunca değerlendirilecekti.

Verona, yaklaşık 250 bin nüfuslu bir şehir. Kültürel, mimari ve tarihi eserleriye “UNESCO Dünya Kültür Mirasları” listesine girmiş. Romalılardan ve Ortaçağdan kalma eserler barındırıyor bünyesinde.

Bu eserlerden en önemlisi, Arena di Verona. İtalya’daki üçüncü büyük amfitiyatro. Oval bir yapı, 139 m boyunda, 110 m eninde. Dışarıdan bakınca iki katlı bir duvar görülüyor. Bu iki katlı duvar, aslında iç duvarıymış Arena’nın. Üç katlı dış duvarın ise hemen hemen tamamına yakını yıkılmış, çok az bir kısmı kalmış ayakta. 30 bin kişi için yapılmış bu yapı, günümüzde aktif olarak kullanılmakta, özellikle yaz gecelerinde opera, tiyatro ve konserlere ev sahipliği yapmakta.

Arena di Verona, Piazza Bra denilen büyükçe bir meydanın hemen yanında. Meydanda kafeler, restoranlar, bol bol turist ve Arena’nın hemen dışında turist fotoğraflarına eşlik etmek için dolaşan “çakma gladyatörler” mevcut.

Verona, Piazza Bra

Verona, Piazza Bra

Verona, Piazza Bra, Arena’nın yıkılmadan kalmış asıl dış duvarının bir kısmmı

Piazza Bra, Arena’nın dışında “Çakma Gladyatörler”

Verona, Arena di Verona’nın dışı
Biraz oturduk, biraz dolandık, festival gruplarının gelmesine yakın da Arena’nın içine girdik.

Arena’da ilk dikkatimi çeken duvarın dış kalıntısının içerden görüntüsü idi, dört gözlü, hoş bir görüntü. Sonra sahnede bir inşaat ve düzenleme fark ettim, belki de bundan sonraki gösteri için dekorasyon çalışmasıydı bu. Bir de o ne? Arena’nın orta sıralarından aşağıya kadar orjinal taş yapı üzerine monte edilmiş koltuklar. Herhalde düşünmüşlerdir bir müddet: “Orijinal yapıya dokunalım mı, dokunmayalım mı? Sonuçta “Amaaan, boşver, dokunalım. İzleyiciler sırtını dayasın, rahat rahat izlesin” demişler anlaşılan! Ne kadar doğru yaptıklarına siz karar verin artık.


Verona, Arena di Verona’nın içi, dört gözlü olan dış duvar kalıntısı

Evet. Koro müziği yarışmasına katılan tüm gruplar öğleden sonra buraya gelecek ve topluca birkaç şarkı söyleyeceklerdi. Düşününce muhteşem bir şey: Her baba yiğidin harcı değil Arena di Verona’da şarkı söylemek.  Dedim ya, bizim amacımız da hem bu önemli yapıyı görmek, hem de toplu müzik şölenini izleyebilmekti, tabii ki kızımın okulu da orada olacaktı.

Bu arada güzel bir de haber geldi. Az önce festivalin kapanış töreninde sonuçlar açıklanmış, bizim koro Gümüş Kupa almış. Puanlama sistemine göre belli puan aralığında olanlar altın, belli puan aralığında olanlar gümüş ya da bronz kupa alıyor, ya da alamıyormuş. Pek mutlu olduk tabii ki.

  Ayrıca sonradan öğrendik ki  öyle liseler arası bir yarışma da değil bu. Her ülkenin kendi folklörüne ait şarkıları seslendirdiği, aralarında profesyonel koroların da yer aldığı bir festival ve zorlu bir yarışma. 10 ayrı ülkeden 22 ayrı koro. Bu yarışmaya ülkemizden katılan tek koro idi bizimki. Bir kez daha gururlandık. Bu çok sesli güzel  koronun, bizim melodilerimizle  Avrupa’ya çok güzel bir renk kattığına hiç şüphem yok.

Arena içinde gezinme işlemimiz bitince, biraz daha bekledik yarışma gruplarının gelmesini. 

Önce ülkelerin bayrakları geldi, sonra koroların kendileri. Dış duvar kalıntısının altında grup grup oturdular. Oldukça uzak kalıyorduk oturdukları yere, ama topluca verdikleri bu konsere şahit olmaktan büyük mutluluk duyduk.

   Konser bitince gruplar dağıldı, biz de ayrıldık Arena’dan.

Öğleden sonra olmuştu ama Verona’da akşama kadar vaktimiz vardı. Toplu bir bilgi olsun diye “Hop-on Hop-off” otobüs bileti aldık. İki hat var gidebileceğiniz. Her biri bir saat kadar sürüyor. Birisi tam saatlerde, diğeri buçuklarda hareket ediyor Piazza Bra’dan. Tek bilet, ikisinde de geçerli.

İlk hareket edecek olan, benim öncelikle gözüme kestirmiş olduğum hattı. Hemen bindik. Şehri canlı rehberden dinleyerek gezmeye başladık.

Ortasından Adige nehri geçiyor şehrin ve etrafı hep eski yerleşim. Aynı pastel tonlarda, renkleri, tarzları, yaşları da birbirine yakın olduğu anlaşılan yapılar... Gözü yoran, göze batan hiç birşey yok.

 Yeşilliklerin arasından yükselerek vardığımız bir nokta “Castel San Pietro” oldu. Oldukça panaromik bir yer. Otobüsümüzden inerek kısa bir süre kuşbakışı baktık şehre. Adige nehri ve “Ponte di Pietra”, yani Taş Köprü görülüyordu buradan. 100. yy dan, Romalılardan kalma, Verona’nın en eski köprüsü. 2. Dünya savaşında hasarlanmış, orijinal parçalar kullanılarak onarılmış sonradan.

Verona, Adige ırmağı üzerinde “Ponte di Pietra”, yani Taş Köprü, karşı kıyıya yakın kısmı orijinal
Verona, Castel San Pietra’dan görüntü

Verona, Castel San Pietra’dan Adige Irmağı ve çevresi


Bu kısa moladan sonra tekrar bindik otobüsümüze. Ben önceden planlamıştım, görülmesi gereken yerler listemde vardı, o yüzden indik “Piazza Erbe”, yani Erbe Meydanı’nda. Ortaçağlarda, Verona idarecileri tarafından Antik Roma Forumu yerine yapılmış burası. Meydanın etrafındaki yapılarda Forumda bulunan mermer taş ve heykel parçaları da kullanılmış.

Verona, “Piazza Erbe”, yan, Erbe Meydanı (Meydanı dolduran tezgahlar ve kalabalık gözüme batmış, çekmemişim)

Verona, “Piazza Erbe”


Verona, “Piazza Erbe”
  
  İnince gördük ki, tüm meydan turistik eşya satma amacıyla tezgahlarla doldurulmuş, mahşeri bir kalabalık, insan yığını... Böyle durumlarda biraz tadım kaçıyor ama, azimliydim.  Eşim dinlendi, ben de hemen meydana yakın olan “Juliet’in evi”ni görmeye gittim, İtalyanca adıyla “Casa di Giulietta”.

 Evet, Romeo ve Juliet’in şehri olarak da bilinir Verona. Düşman iki ailenin çocukları olan iki ünlü aşık burada yaşamış ve hazin bir sonla noktalanmış aşkları. Shakespeare de onlardan esinlenerek yazmış ünlü eserini. Romeo’ya ait bir ize rastlamadım ama, Juliet’in hem evi, hem mezarı Verona’da.

O ünlü balkonlu evi gördüm. Orijinalinde olmadığı halde, balkon sonradan eklenmiş eve, Shakespeare’in eserine gönderme yapılarak. Çok kalabalıktı. Bahçede bir de heykeli var Juliet’in. “Göğsünü tutarsan dileğin gerçekleşir” demiş biri zamanında. Ne akla hikmetse, bir dolu insan da bu akıma uymuş, o şekilde fotoğraf çektirip duruyordu.

Aşıkların yazdıkları notlar, hemen aynı avluda aşıkların adlarının işlendiği mutfak önlükleri, ayrıca aşıkların isimlerinin yazılı olduğu kilitler... Resmen aşk turizmine, ya da ticaretine mi desem bilemedim, dönüşmüş işler...

Ey, Genç hanımlar. Olur da yolunuz düşerse buraya, kendi adınızla birlikte sevgilinizin ya da eşinizin adını yazdırın o önlüklere, takın boynuna, “Aşşkııım” diye sokun mutfağa, henüz yolun başındayken. Yoksa sonradan olmuyor bu işler, benden hatırlatması.

Bu kısa izlenimlerden sonra, “Juliet’in evini gördüm mü? Gördüm” olarak, 20-30 metre ilerdeki Erbe meydanına geri dönerek eşime katıldım ve otobüsün gelme saatine kadar birlikte birşeyler içerek dinlendik. Önlük mü? Hayır almadım, bizim için çoook geç! Otobüsümüze bindik ve Piazza Bra’ya geri döndük.

Verona, Juliet’in evi

Verona, Juliet’in heykeli
Verona, Juliet’in evinin avlusunda kişilere özel üretilen mutfak önlükleri

Verona, Aşıkların adlarının yazılı olduğu kilitler
İkinci Hop-on Hop-off turu için de vaktimiz vardı, ama bizi bir heyecan sardı. Sıra Verona’da bulunmamızın ana nedenine gelmişti çünkü. Kızımın okulunun Verona yakınlarında bir otelde verecekleri dostluk konserini izlemek. Yolu buluruz, bulamayız endişesi ile bir an önce ayrıldık Piazza Bra’dan.

 Sağ olasın "Navigasyon Cihazı", henüz Türkçe bir ad bulamadık sana ama, sağol... “Navigasyon” ayrı tel, “cihaz” ayrı tel, sen de bazen ayrı telden çalıyorsun ancak, bu sefer sağol... Erkenden vardık sayende otele.

Hotel Montemezzi”. Zaman bol, akşam yemeğimizi de burada yedik. “Pennette arabbiata”, acı domates soslu kalem makarna pek hoştu doğrusu. Arada evde de yaparım yapmasına, ama bu muhteşemdi. Seviyorum ben bu İtalyan yemeklerini...

Önce ev sahibi koro geldi otele, sonra bizimkiler.

Ev sahibi koronun yaş ortalaması epeyce yüksek görünüyordu bizimkilere göre, kilise korosuymuş. Önce onların konserini dinledik. Sonra bizimkileri...

Bizimkileri hem dinledik, hem de izledik, keyifle. Repertuvarlarına yabancı parçalar da eklemişler. Bir de güzel koreografilerle hem Türk ezgilerini, hem de diğer parçaları sundular salona.

Şimdi çözdüm eşimin neden bu seyahati istediğini. Kızını burada şakırken görmek. Evde çok şakıyor ama bu koro bir muhteşem. Geçen yıl, kızım henüz elemanı değilken izlemiştim okuldaki konserlerini, hayran kalmış, anlata anlata bitirememiştim. Ne şans ki, kızım da katıldı bu yıl aralarına.

Teşekkürler Robert Kolej’in Muhteşem Korosu “RC Singers”.

Teşekkürler bu güzel koronun şefi, çocuklarımızın sevgili “Koray ağbi”leri sayın Koray Demirkapı ve teşekkürler tüm emeği geçenler. Sizlerle  gurur duyduğumu bir kez daha vurgulamak istiyor ve hepinizi içtenlikle kutluyorum.

Ve evet. Ertesi sabah erkenden çıktık yola. Çok rahat geldik İstanbul Atatürk Hava Limanına. Kızım ise tabii ki grubuyla dönüyordu. Sabiha Gökçen’e ineceklerdi onlar, bizden sonra. Direk karşılamaya yönlendik. Ama o ne trafik? Yetişmemiz mümkün değil. Arabayı bir yerlere bırakmak zorunda kalarak, toplu taşımla zor ulaşabildik... Üç saatte... Ne diyeyim? Hoşbulduuuuk İstanbul...

Hadi tadınız kaçmasın. Buyurun, “RC Singers”ın döndükten sonra kendi sahnelerinde verdikleri konserden kısa bir görüntü ile keyiflendireyim sizi. Hepinize iyi seyirler. Fazlasını isterseniz Youtube’da...




 Kulaklarınızdan müzik, kalbinizden sevgi eksik olmasın.Tekrar buluşana kadar sağlıcakla kalın :)

      DİLER COŞKUN
                                                                    ...

    Bu yazının başlangıcı niteliğindeki "TAZE TAZE VENEDİK" için lütfen tıklayın.
Keyifli Okumalar :)