08 Mayıs, 2016

KOPENHAG'DA İKİ GÜN


Paris, Roma, Londra... Merak edilen Avrupa şehirleri arasındadır hep. Bir anda akla gelmez, ya da ilk seçenekler arasında değildir Kopenhag. Ya birçok yeri  görmüşsünüzdür, sıra ona gelmiştir, ya da bir vesile olmuştur, benimki gibi. Malum Norveç fiyortlarına gideceğiz ve Kopenhag’dan kalkacak gemimiz. Eşim, oğlum, kızım ve ben. “Fırsat bu fırsat, Kopenhag’ı da tanıyalım” dedik. Dedik ama, ne yazık ki sadece iki gün ayırabildik.

Buyurun. Paylaşıyorum. Kopenhag’da gezdiklerimi-gördüklerimi, yediklerimi-içtiklerimi, bu vesile ile öğrendiklerimi ve bir daha gidersem hangi planlar peşinde olduğumu...

Ziyaret ettiğim ikinci Kuzey Avrupa şehri oldu Kopenhag, “Tüccar limanı” ya da “Ticaret limanı” anlamında. Sadece altı milyon nüfuslu Danimarka’nın iki milyona yakın nüfuslu başkenti.

Ama önce Danimarka ile başlayacağım. Kuzey Avrupa’da küçük diyebileceğim bir ülke, pek çaktırmasa da 76’sı ıssız olmak üzere 443 adadan oluşuyormuş. Grönland ve Atlas Okyanusundaki Faroe adaları da Danimarka’ya ait. Tek kara sınır komşusu güneyde Almanya. Doğuda ise İsveç’le aralarında bir boğaz var. 2000 yılında yapılan 14 km.lik Oresund köprüsü ile bağlanmışlar birbirlerine. Dağ  yok ülkede, en yüksek tepesi 170 metre.

Anayasal Monarşi ile yönetiliyor Danimarka. Kraliçe var. Dünyanın en eski Krallıklarından üstelik. 1973’ten bu yana Avrupa Birliği üyesi, ama para birimi olarak Avro değil, Danimarka Kronu kullanıyor. Bir Danimarka Kronu 0.13 Avro ya da 0.44 Türk lirası ediyor şu günlerde, kabaca.

Dilleri Danca. Bu, İsveççe ve Norveççeye oldukça yakın bir dil. Zaten ortak bir tarihe sahip İsveç, Norveç ve Danimarka. 8-11. yüzyıllarda Kuzeybatı Avrupa’da Vikingler hakim iken, 980 yılında I. Harold  Danimarka ve Norveç’i birleştirerek bir krallık kurmuş; daha sonra iki ülke,  üst düzey evlilikler sonrası bir bayrak altında birleşmiş... 1397 yılında ise İsveç, Norveç, Danimarka ile sömürgeleri “Kalmar Birliği” adı altında, büyük bir imparatorluk olmuşlar... Zaman içinde savaşlar, ayrılmalar...  İsveç ve Danimarka, tarihte bir dönem en çok savaşan iki ülke iken, 1657’de yapmışlar son savaşlarını. Şimdi ise malum, iyi komşular. “Eurovision” şarkı yarışmalarında, “Bu ne güzel komşuluk” diye gıpta ile bakmış olduğumuz üzere... Ne diyeyim? Darısı tüm savaşanların başına...

Okuduklarım dışında, “kulaklıktaki ses” de çok aydınlattı beni Danimarka ve Kopenhag hakkında. Hangi kulaklıktaki ses mi? Hop-on hop-off otobüslerindeki... Az değildi kendisi! Başka neler söyledi neler!  Danimarka’nın en demokratik, en az yozlaşmış ülkelerden olduğunu, basın özgürlüğünde ilk sıralarda yer aldığını, ülkede yolsuzluk olmadığını, çevre dostu olduklarını... Hava atmayı, nispet yapmayı seviyordu yani...

Öte yandan, halkın kraliyete ve kurallara saygılı olduğu da vurgunladı. Kraliçenin doğum gününde bayrak asılırdı evlere, ama sadece kraliçenin değil,  herhangi birinin doğum gününde de yapılırdı bu iş.

Tasarım, Yelkencilik, Gastronomi konularında iddialılardı.

1979’dan beri dünyanın en mutlu halkı olduklarını da söylemeden edemedi. Neden 1979, onu bilmiyorum, ayrıca bunu “en mutlu halklarından biri” olarak düzeltmekte de sakınca görmüyorum.

Yüzde 49 vergi veriyorlardı, ama şikayetçi değillerdi.

Kazandıkları parayı ev, araba gibi mülke yatırmak yerine, sosyalleşmeye harcıyorlardı. İstatistiklere göre Avrupa’da en kısa ömürlü halk olduklarını bildirmeyi de ihmal etmedi. Ben bu konuda rakamlara sahip değilim, ama “Olsun. Ölene Kadar Yaşıyoruz” diye savunuyordu kulaklıktaki ses yaşam tarzlarını.

Ayrıca Kopenhag, dünyadaki en yaşanılabilir şehirlerdendi, sadece kulaklıktaki sese göre değil, her yıl yinelenen araştırmalara göre de...

Biz de 2015 yılı Ağustos ayında gelebilmiştik, dediğim gibi, sadece iki günlüğüne... Önceden çalışmıştım yine gidilecek yerleri. Evdeki hesap çarşıya tam olarak uymasa da, uyduğu kadarını tamamladık, bir daha gelmeye bir fırsat olarak gördük yapamadıklarımızı da...

Otelimiz “Copenhagen Plaza. Oldukça merkezi bir konumda. Merkez istasyonu ve ünlü Tivoli bahçelerinin hemen yakınında, ünlü alışveriş caddesi Stroget’e de yürüme mesafesinde. Hatta Kopenhag’ın olmazsa olmazı Nyhavn’a da pek uzak sayılmaz. 1913’ten kalma, çok düzgün, pırıl pırıl bir otel. Bir de kütüphane bar barındırıyor bünyesinde, kısa süre kaldığımız için pek “yararlanmalık” değil, ama “bakıp-çıkmalık” oldu benim için.

Nereleri gezebildik? Tivoli Bahçeleri, Stroget Caddesi, Nyhavn, Christianborg Sarayı, Rosenborg Kalesi... Ayrıca Hop-on hop-of otobüs turu ve tekne turu ile görüp yaşadıklarımız da, bu iki güne sıkıştırdığımız işler arasındaydı.


TİVOLİ BAHÇELERİ

Tivoli bahçeleri, dünyanın kullanımda olan en eski ikinci eğlence parkı imiş. 1843’te açılmış, yıllar içinde de hep yenilikler eklenmiş. Mimarı Georg Carstensen, dönemin kralı VIII. Christian’ı, “Halk eğlenir, oyalanırsa, politikayla ilgilenmez” diye ikna etmiş parkın yapımına.  Georg Carstensen ayrıca “Bu park hiç bitmeyecek” de demiş, “Hep gelişecek, yenilenecek” anlamında... Yıllar sonra Walt Disney’in de buradan ilham aldığı ve ayrıca “Disney” parkları için de benzer sözcükleri sarf ettiği bildirilmekte. Aslında tabii ki her medeni yerleşim yerinin, nefes alacak, dinlenecek, eğlenecek yerlere ihtiyacı var.

Evet. Tivoli Bahçeleri, korunmuş, gelişmiş ve günümüze kadar gelmiş. Şu anda en sık ziyaret edilen parklar arasında Avrupa’da dört, İskandinavya’da ise birinci sırada.

Otele eşyalarımızı bırakır bırakmaz geldik ziyarete, bir dakikalık mesafede.

Geniş bir alana yayılmış park. Yemyeşil bahçeler, renk renk çiçekler, suni göletler, farklı coğrafya ve kültürlere, özellikle de dikkatimi çeken Hindistan ve Çin gibi doğuya ait yapılar barındırıyor bünyesinde. Açık hava tiyatroları, konser alanları mevcut. Her yıl 150 kadar konser olurmuş. 1914’ten beri de haftada iki kez hava-i fişek gösterisi. Otuzdan fazla da restoran barındırıyor bünyesinde.  Ve tabii ki eğlence parkurları...

Parka giriş ücreti veriyorsunuz, eğlence parkurlarından yararlanmak isterseniz, içeride her biri için ayrıca bilet almak gerekiyor. Disney parkları gibi girişte tek ve pahalı bilet ve sonsuz yararlanma hakkı yerine, kullandığın kadar ödeme var.

Sundukları eğlence parkurları açısından, ki kabaca “oyuncaklar” derdik biz onlara, çocukluğumun lunaparkını anımsattı bana.

Ankara’daki Gençlik Parkı ve Gençlik Parkı içindeki Lunapark. Bir anda döndüm çocukluğuma... Ortasında fıskiye olan ve üzerinde kayıkla gezinilen kocaman gölet, gölete uzanan salkım söğütler, salkım söğütlerin kök saldığı çay bahçeleri, semaverler, gece assolistleri izlemeye gittiğimiz Göl gazinosu, kimbilir kaç evliliğe şahitlik yapmış nikah salonu, ve çarpışan arabaları, dönme dolabı, korku tüneli ve niceleriyle Lunapark.  Aile demekti Gençlik parkı benim için, aile ile geçirilen keyifli saatler.

Sahi, acaba şimdi ne durumda Gençlik Parkı, burası gibi ayakta ve canlı mı? Zira zaman içinde gidemez, gitsek de zevk alamaz olmuştuk. Biz mi değişmiştik, park mı değişmişti, toplum mu? Bilemedim... Tivoli Bahçeleri ile düşüncelere daldım,  gittim-geldim...

Tivoli Bahçeleri, Kopenhag
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag

Neyse... Gündüz gözüyle görmüştük Tivoli bahçelerini. Çıkıp, biraz şehir içinde gezdikten sonra, hava kararınca tekrar geldik, hem gecesini görmeye, hem de akşam yemeğine. Aynı gün içinde tekrar giriş yapacaksanız, elinizin üzerine bir damga vurduruyorsunuz çıkarken, ve bunu göstererek girebiliyorsunuz yeniden.

Işıklandırmalar ile de güzeldi Tivoli Bahçeleri ve içindeki yapılar.

Tivoli Bahçeleri, Kopenhag
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag

Epeyce yorulmuş ve acıkmıştık. Karar vermemiz zor oldu ama, onlarca seçenek arasından Groften adlı restorana yöneldik. Dışından anlaşılmasa da, içi geniş, ferah, sevimli, ancak oldukça kalabalık. Herkes kendi zevkine göre birşeyler sipariş etti. Madem kuzey Avrupa’dayız, tercihimi Somon’dan yana yaptım ben de. Ve aramızdaki tüm 18 yaş üzerindekiler Carlsberg bira istedik. Bira içen biri değilimdir, ama Carsberg’i içmek istedim. Neden mi? Vatanı Danimarka da ondan. Yemeğimizin peşine de tatlılar ihmal edilmedi tabii ki. Tatlıcı değilimdir, ama pek severim Avrupa tatlılarını, genellikle meyveli ve hafif olurlar. Tercihim orman meyveli pavlova yönünde oldu. Oldukça memnun kalktık yemekten.

Groften adlı restoranda, Tivoli Bahçeleri, Kopenhag

Groften adlı restoranda “Somon”, Tivoli Bahçeleri, Kopenhag
Groften adlı restoranda “Orman meyveli pavlova”, Tivoli Bahçeleri, Kopenhag


Yemek sonrası, parkın içinde gündüz görmediğimiz taraflara yöneldik. Yöneldik ki, ne göreyim? Bugi-bugi. Bilmiyorum orijinal adı da bu muydu, ama çocukluğumda böyle derdik ve benim lunaparkta en sevdiğim oyuncaklardandı. Bunu çocuklarımla paylaşınca ne oldu dersiniz? Hemen kızım beni bulunduğum yere sabitledi, oğlum koştu biletleri aldı. Bindik bugi-bugi’ye. Çocuklar bana bunu yaşattıkları için mutluydular, ben de onlar mutlu olduğu için. Ama inanın, hiç hatırladığım gibi değilmiş, ufak engebeler bile sarsıyor bu yaştan sonra insanı.

“Bugi bugi”, Tivoli Bahçeleri, Kopenhag
Yorgunduk bu ilk günün sonunda, ama dediğim gibi Tivoli’ye çok çok yakın olan otelimize dönüşümüz zor olmadı.


KAHVALTI VE HOP-ON HOP-OFF ŞEHİR TURU

İkinci gün, ilk ve son tam günümüzdü Kopenhag’da. O günkü programda önce kahvaltı, sonra  hop-on hop-off otobüsleri ile şehir turu vardı.

Otelimizin istasyon manzaralı restoranında yaptık iki gün de kahvaltımızı...  

Türkiye’de de vardır ve “Danish cake” (Danimarka keki-çöreği) olarak bilinir, ortasında krema veya marmelat olan, milföy hamuruna benzer bir hamurdan hafif bir çörek. Çok severim, bir çok yerde açık büfe  kahvaltılarda  bulunur, ben de mutlaka yerim. Bir anda fark ettim ki Danimarka’dayım ve bu çöreği yerinde, Danimarka’da yiyorum. Yediğime de böyle bir anlam yükleyerek keyifle bitirdim kahvaltımı. Sonradan takıldı aklıma, adı “Danish cake” ama gerçekten Danimarka orijinli diye mi. Değilmiş biliyor musunuz? Avusturya orijinli. 1850’lerde Viyana’dan Avusturyalı pastacılar tarafından getirilmiş Danimarka’ya... Lüzumsuz bilgiler koleksiyonunuz varsa, buyurun, bunu da ekleyin...

Evet. Şehir turunu Hop-on Hop-off otobüsleri ile yaptık. Farklı üç hat var. Kırmızı, yeşil ve turuncu. Biz en kapsamlı olan ve hiç inmezseniz 1 saat süren kırmızı hattı seçtik. Her yirmi dakikada bir hareket eden otobüsler bunlar, saat 12.00’de başladı bizim turumuz.

Otobüste canlı rehber yoktu, ama o bildiğiniz “kulaklıktaki ses” vardı. 16 ayrı dilden, 16 ayrı ses. İngilizce başlasam da, Türkçeyi keşfedince ona döndüm.

Gezdik, gördük, bilgilendik, ki bu bilgilerin bir kısmını çoktan paylaştım sizinle.

Yanından geçtiğimiz ilk önemli yapı, bir sanat müzesi olan Ny Carlsberg Glypotek idi. Carlsberg biraları demiştim ya... Önceleri yerel olan bu biranın, dünyaya açılmasını sağlayan Carl Jacobsen, sanata da düşkünmüş. 1897’de açmış bu müzeyi. Dünyadan topladığı Rodin heykelleri koleksiyonu da yer almaktaymış burada, ama geri dönüp gezme fırsatı yaratamadık ne yazık ki. Bir çok müzeye olduğu gibi buraya da girişin  ücretsiz olduğu vurgulanıyordu kulaklıktaki ses tarafından.

Fisketorvet adlı büyük bir alışveriş merkezi ve balık pazarından bahsediliyordu. Hem Brygge adalarından, hem de buradan denize girilebiliyormuş. Şehir içinden denize girmek mümkündü yani. Bunu hem duyuyor, hem de etrafa bakarken setlerin üzerinde güneşlenen insanlardan anlayabiliyorduk. Dikkat! “Set” diyorum, çünkü kumsal görmedim.

Kuzey Avrupa’nın en büyük kumarhanesi de Kopenhag’da, Radisson SAS otelinde bulunuyormuş. Bir tarafı liman kanalı, diğer tarafı şehir manzaralı olan en büyük otelleri ise, Marriott imiş.

Tasarımda iddialı olduklarını söylemiştim.  “Siyah elmas” (Black diamond) adını verdikleri ve gurur duydukları siyah granit yapı, kütüphane idi. Yapıyı daha sonra da gördüm, hatta bir de fotoğrafını çekmişim. Bir poz anı görmek pek anlamlı gelmese de, bu kadar gurur duyduklarına göre var birşeyler dedim. Sonradan “görsellerde” bakınca pek etkilendim. Hiç bir turistik yazıda böyle bir öneriye denk gelmemiş olsam da, zaman ayırıp içini de görmek gerekirmiş diye düşünüyorum. Böyle bir yapıyı tasarlamak, hayata geçirmek, burada çalışmak, buradan yararlanmak... Ne muhteşem bir duygudur kimbilir! Özellikle gençlere ilham vermek açısından hoş olmaz mı?

Siyah Elmas (Black Diamond) adını verdikleri Kütüphane binasının bir bölümü, Kopenhag

Dönelim gezimize... Küçükken “Andersen’den Masallar” kitabı olmayanınız ya da bu masallardan birkaçını okumamış olanınız var mı? Küçük Deniz Kızı, Kibritçi Kız, Çirkin Ördek Yavrusu, Çıplak Kral ve niceleri... Hepsi, Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’a ait. 1805-1875 yılları arasında yaşamış Anderson Kopenhag’da. Tabii bir de heykeli var şehirde. Ayrıca ünlü masalının kahramanı “Küçük deniz kızı” nın da heykeli bulunmakta.

“Küçük deniz kızı” heykelinin olduğu durakta indik otobüsten. Gerçekten küçüktü, “küçük deniz kızı”. Limana yakın bir kaya üzerinde oturmakta. Zaman zaman başka ülkelerde sergilenmek üzere seyahat edermiş, ama o gün yerindeydi. Etrafı da pek kalabalık, fotoğraf çekmek isteyenlerle dolu. 1909 yılında, yine Carl Jacobsen, tarafından yaptırılmış bu heykel. Sadece yüzü kullanılan model bir baş balerin imiş. Heykelin gövdesi için ise heykeltraşın eşi modellik yapmış. Gitmeden önce sanki Kopenhag’ın simgesi bu deniz kızı, çok da heybetli gibi bir izlenime kapılmıştım nedense, ama oldukça mütevazi bir eser idi bence.

“Küçük Deniz kızı” heykeli, Kopenhag

Küçük deniz kızını görme vazifemizi yerine getirdikten sonra, biraz etrafta gezindik. Güneşli bir havaydı, yeşilliğin yoğun olduğu, gölet ve kanalların bulunduğu bölgeye yöneldik. Kastellet adındaki kale ve askeri bölge idi burası. Sessiz, sakin ve huzurlu bir ortam. Belli kurallar çerçevesinde yürümek, bisiklete binmek serbest.

“Kastellet” bölgesi, Kopenhag

Bisiklet demişken, “bisiklet-dostu” bir şehir olduğunu vurgulamalıyım Kopenhag’ın. 350 km bisiklet yolu varmış şehirde. Yaz mevsimini anladım da, kışın nasıl beceriyorlar bu işi bilmiyorum.

Bisikletler, Kopenhag
Bisikletler, Kopenhag
Evet. Kastellet bölgesindeki temiz havayı soluyarak gezdikten sonra, tekrar bindik otobüse ve turumuzu tamamladık. Sırada, o gün yapacağımız diğer işler vardı.


STROGET CADDESİ

Stroget, Kopenhag’ın en ünlü alışveriş caddesi. Otelimize 500 metre mesafede idi. Buraya ilk gün, Tivoli’den yürüyerek gelmiştik. Araç trafiğine kapalı. Oğlumun ifadesi ile “Ayy-nı İstiklal”. Kesinlikle abartmıyorum, gerçekten İstanbul’daki İstiklal caddesine çok benzemekte. Kafeler, restoranlar, butikler ve daha nice mağazalarla bezenmiş. Yer yer gösteri yapan sokak sanatçılarına rastlamak da mümkün.

Burada sadece bir mağazanın içine girdik, o da LEGO. Orlando’da gördüğüm Lego mağazası kadar etkilemedi beni, ama bir Danimarka tasarımı olan Lego’nun, Danimarka’daki mağazalarından birini görmemek olmazdı. Burada öğrendim zaten Lego’nun Danimarka tasarımı olduğunu ve yirminci yüzyılın en iyi oyuncağı seçildiğini...  Sizce de hak etmiyor mu?

Lego mağazasında, Stroget caddesi, Kopenhag

NYHAVN

Stroget’den sonra Nyhavn’a yürümüştük. Amacımız hem burayı görmek, hem de mümkün olmadı ama, ilk günkü akşam yemeğini burada yemekti. O ne kalabalık! Ne kalabalık! O an sadece bir fikrimiz olmuş oldu. Ertesi gün, hop-on hop-off şehir turu sonrası, detaylı gezmek ve öğle yemeği için tekrar geldik.

Nyhavn, 300 metrelik bir kanal. İki tarafında, omuz omuza dizilmiş, 4-5 katlı renkli binalar, 350 yıllık. İsveçli mahkumlara yaptırılmış zamanında. Sarhoş denizcilerin mekanı olmuş yüzyıllarca. Şu anda Kopenhag’ın en turistik yeri. Olmazsa olmaz”ı demiştim, her turist mutlaka uğrarmış buraya! Bir de yerliler eklenince, kalabalık kaçınılmaz.

Kanal, eski teknelerin sergilendiği bir açık müze görevini de yerine getiriyor.

Nyhavn, Kopenhag
Nyhavn, Kopenhag
Nyhavn, Kopenhag

Kanalın bir taraftaki binaların giriş katı ve önleri restoran ve “pub” olarak değerlendirilmiş. İkinci kez geldiğimizde de çok kalabalıktı. Bir de sıcak, tam öğlen güneşi tepemizde. Bu memleket böyle sıcak olur muymuş? Ama, kararlıydık. Öğle yemeğimizi Nyhavn’da yiyecektik. Skagen adlı restorana oturduk. Ben ne yiyeceğime önceden karar vermiştim. “Smorrebrod” adlı açık sandviçleri ünlüydü Danimarka’nın, hem merakımdan hem de sizinle paylaşabilmek için onlardan sipariş ettim. Üstelik üç çeşit “smorrebrod” olacaktı tabakta,  biri somonlu, biri balık filetolu, diğeri etli. Füme somonlu çırpılmış yumurta ile, balık filetolu olan mayonezli-karides ile, rozbifli (roast beef) olan ise turşu ile servis edilmişti, ekmeklerin üzerinde. Hepsi de şık ve lezzetliydi.

Skagen adlı restoranda “smorrebrod” olarak adlandırılan açık sandviçler, Nyhavn, Kopenhag

Dışarıda oturmuştuk ama, bir ara girdiğimde içeride gördüğüm yağlı boya tablo, Nyhavn’ı çok güzel anlatmıştı.

Skagen adlı restoranda bir “Nyhavn”ı anlatan yağlı boya tablo, Kopenhag


TEKNE TURU

İkinci gün Nyhavn’daki öğle yemeğinden sonra gerçekleştirdik tekne turumuzu. Nyhavn’dan başlayan, bir saatlik bir turdu bu.

Nyhavn’dan başlayan tekne turu, Kopenhag

Canlı rehber vardı teknemizde. Gürültüsüz-patırtısız, sakin sakin süzülen bir tekneydi bu, üstü açık. Hem mis gibi deniz kokusunu soluyarak etrafı görüyor, hem de bilgileniyorduk.

İlerledikçe setler üstünde güneşlenenler, denize girenler, kanolarında keyifle kürek çekenler, teknenin yaklaştığını görünce soyunup suya atlayarak şov yapan ve bununla da çok eğlendikleri anlaşılan çocuklar dikkati çekiyordu.

Tekne turunda kanolar, Kopenhag

Kraliyet Opera Binasının (The Royal Opera House) önünden geçtik turun başlarında. Modern bir yapı, dünyada en pahalıya mal olmuş opera binalarından biri imiş.

Kraliyet Opera binası, Kopenhag

Yol boyunca gördüğümüz ve aklımda kalan yapılardan bir tanesi de Mermer Kilise. İskandinavya’nın en büyük kilisesi imiş. İçini görmek nasib olmadı tabii ki...

Mermer kilise, Kopenhag

Gastronomi konusunda iddialı olduklarını söylemiştim. Michelin yıldızlı NOMA restoran da yerini almıştı bir köşede.

Gördüğüm ve aklımda kalan diğer yapılar arasında Holmen kilisesi var. 1619’da yapılmış, buradaki en eski kilise. Bir de Borsa binası, 16. yüzyıldan kalma. Üzerinde havaya uzanan üçlü örgü barındırıyor. İsveç, Norveç ve Danimarka’nın bileşimini simgeliyormuş bu üçlü örgü.

Bir ara da, Danimarka’yı İsveç’e bağlayan Oresund köprüsü yapılmadan önce kullanılan Eski Feribot terminalinin önünden geçtik.  Ve tabii ki kalabalıklara poz veren Küçük Deniz Kızı’nın yanından da...

İsveç’e ulaşım için Oresund köprüsü yapılmadan önce kullanılan Feribot terminali, Kopenhag

Denizci öğrencilerin uygulama gemisi ve ayrıca kraliyet yatı da yol boyunca rastladıklarımız arasındaydı.

Denizci olacaklar için eğitim amaçlı kullanılan tekne, Kopenhag
Kraliyet yatı, Kopenhag

Evet. Herşey klavyeyle olmuyor. Havasını solumak, kendi gözlerinizle görmek var. Bana göre Kopenhag’da yapılması gerekenler listesinde mutlaka yer almalı, Nyhavn’dan başlayan bir tekne turu. 


CHRİSTİANBORG SARAYI

Tekne turu bittikten sonra yürümeye başladık Nyhavn’da. Az önce bahsettiğim, eski Feribot terminalinin önünden geçtik. Bana kalsa çoktan kaybolmuştum, oğlumun rehberliğinde yürüyerek geldik Christianborg Sarayı’na. Aslında bir adada yer alıyor, kanalların üzerindeki köprülerden geçerek geliyorsunuz, ama bilmezseniz bir ada olduğunu hissetmek zor. Tamamı halka açık değil sarayın. Parlemento, yüksek mahkeme, başbakanlık, devlet ofisleri, kraliyet resepsiyon odalarını içermekteymiş. Kulesi ise Kopenhag’daki en yüksek yapı, biz oraya çıktık. Oldukça güzel bir şehir manzarası sunuyordu.

Holmen kilisesi, Borsa Binası, Mermer Kilise de kuşbakışı görülüyordu buradan.

Christianborg Sarayının Kulesinden şehir manzarası
(solda kanalın kıyısında Holmen kilisesi, sağda Borsa binası), Kopenhag


YEREL RESTORANDA AKŞAM YEMEĞİ

Evet, hop-on hop-off, Nyhavn, tekne turu, yürüyerek gezme ve Christianborg Sarayı derken oldukça yorulmuştuk bu tek tam günümüzde de. Bu ikinci gün akşam yemeğini  bir yerel restoranda yiyelim dedik. Biliyorsunuz, sadece gezip-gördüğümü değil, yediğimi-içtiğimi anlatacağımı da söylemiştim baştan.

Otelden aldığımız öneri ile kısa bir yürüme mesafesinde olan “Frk. Barners Kaelder” adlı restorana geldik. Kiremit rengi bir apartmanın girişinde küçük, sevimli bir yerdi. İçerideki ahşap masalar ve sandalyeler, kırmızı-beyaz kareli kumaştan masa örtüleri, duvardaki tablolar ve tüm dekorasyonu ile sıcak, ev kıvamında hoş bir ortamdı. Biz dışarıda, açık havada oturduk.

“Frk. Barners Kaelder” adlı restoranın içi, Kopenhag

Bir salata, bir çorba benim için ideal olacaktı. Ancak, kişi başı en az bir ana yemek söyleme zorunluluğu varmış. Bak bu olmadı işte ! Hani nerede özgürlük? Daha istediğim yemeği seçme hakkına sahip değilim! Bu durumu pek doğru bulmadım ama şartlara da uydum, mecburen. Çorbayı listemden çıkardım. Koca koca etlerle pek aram olmadığı, somonu da bir gün önce yemiş olduğum için, yöresel bir balık seçtim.  Tereyağında kızartılmış pisi balığı (Butter-fried plaice from the North Sea), Haziran-Ekim aylarında çıkarmış Kuzey denizlerinden. Önden salata, tereyağ-ekmek derken doymuştum her zamanki gibi. Koca balık önüme geldi. Önce tipini beğenmedim, yemeğe çalıştıkça da karşılaştığım kılçıklarını... Seçsene sen yine somonunu! Ana yemek yemek zorunda kalmış olmama mı kızayım, kızartma, hem de saçma-sapan bir kızartma seçtiğime mi yanayım, kılçıklarına mı kafayı takayım bilemedim. Ama o balığın adını ve kimliğini açıkladım, siz siz olun, uzak durun bence.

Yerel restoranda (Frk. Barners Kaelder) salata ve garnitürler, Kopenhag
Tereyağında kızarmış pisi balığı, Kopenhag

Neyse, tatlıyı ihmal etmedim. “Eski usul elma tatlısı” daha doğrusu “keki” diyor (Old-fashioned apple cake), ama garson bayan beni uyardı, gerçekten kek değil, elma püresidir diye. O tam kafama göreydi işte. Güzel bir sunumla, affettirdiler kendilerini.


Eski usul Elma tatlısı (“Old-fashioned apple cake” olarak tanımlanmış), Kopenhag

Evet, yemek sonrası yine yürüme mesafesindeki otelimize dönüp, yine bir güzel dinlendik.


ROSENBORG KALESİ

Kopenhag’daki son günümüzdü, o da yarım gündü zaten. Öğleden sonra gemide olmamız gerekiyordu, ama o sabahı da değerlendirmek istedik çocuklarla. Kahvaltı sonrası yürüyerek geldik Rosenborg Kalesi’ne... Ne iyi etmişiz. Şehrin göbeğindeki bu yeri kaçırmak, kendimize büyük haksızlık olacakmış.

Rosenborg Kalesi, kraliyet mücevherlerinin ve eşyalarının sergilendiği bir yer. O ne ihtişam! O ne sanat! Sadece Osmanlı’da ve Doğu kültürlerinde değil, Avrupa’da da bu zenginliği görmüş oldum. Çok da güzel bir parkı var, 17. yüzyıldan kalma. Ayrılasınız gelmiyor. Ama öte yandan otele dönülecek, eşyalar alınacak ve ver elini Norveç.

Rosenborg Kalesi, Kopenhag
Rosenborg Kalesi, Kopenhag
Rosenborg Kalesi, Kopenhag
Rosenborg Kalesi, Kopenhag


Evet. Kopenhag’da iki güne sığdırabildiklerim bunlar. Fazladan birkaç günüm daha olsa neler yapardım, daha doğrusu, BİR KEZ DAHA GELİRSEM YAPMAK İSTEDİKLERİM neler, onu da paylaşmak istiyorum.

Öncelikle Christiania bölgesini görmek isterim, “Özgür kasaba Christiania”yı... Özelliği ne mi? Toplum içinde ayrı bir toplum olması. 1971’de terkedilmiş askeri bölgeye yerleşilmiş ve özerkliğini ilan etmiş bir mahalle. Hükümetten ayrı, kendi kuralları olan, kendi kendini yöneten, farklı yaşam tarzları olan bir toplum. 300’ü çocuk olmak üzere 1000 kişilik bir nüfusa sahip, kendi bayrakları dahi var. Bölgeye araç ile girilmiyor, suç aleti olabilecek malzemeler sokulmuyor. Fotoğraf da çekilmiyormuş. Merak etmemek elde değil! Üstelik şehrin içinde. Hop-on hop-off otobüsleri kırmızı hat ile Christianhavn meydanında inerek gitmek mümkün, ya da yeşil hatla. Merkezi bir yerdeyseniz yürümek de mümkün.

Carlsberg Bira Fabrikası turu da yapmak isterim. Bira yapım aşamaları ve tadımının mümkün olduğu bir tur bu, genel kültür olur diye düşünüyorum. Fabrika çok merkezi bir yerde değil anladığım kadarı ile, ama sadece öğleden sonra çalışan hop-on hop-off turuncu hat sizi buraya getiriyor.

Gitmeden önce planladığım iki yer daha vardı. Onlar da bir başka bahara kaldı. Her ikisi de şehir dışında...

Bunlardan birisi Kronborg Sarayı. Shakespeare’in ünlü eseri Hamlet bir Danimarka prensi, malum. İşte o eserin geçtiği yer Kronborg Sarayı. Görmeye değer kanısındayım.

Bir de Louisiana Modern Sanatlar Müzesi var. Zevkine güvendiğim bir arkadaşım önermişti. Kopenhag’ın 40 km kuzeyinde. Hatta oteli Merkez istasyonuna çok yakın seçmemdeki amaç, buraya trenle direk olarak gidebilmekti. Dediğim gibi, bir dahaki sefere...

Çok fazla sayıda müze var. İlgimi çekebilecek bir kaç tanesini gezmek de iyi fikir. Önceden bilemiyorsunuz, ama farklı bir ufuk açıyor gördüğünüz her yeni şey size...

Daha önce aklımda olmayan, sonradan aklıma düşen bir yer de, “Siyah elmas” oldu, şu meşhur kütüphane. Evet, o kütüphaneyi gezmek ve ayrıca  Kraliyet Opera binasında bir performans izlemek...Neden olmasın?

Tivoli Bahçeleri için, dünyanın kullanılmakta olan en eski ikinci eğlence parkı demiştim ya, dünyanın kullanımda olan eğlence parklarından en eskisi de Danimarka’da, Kopenhag’ın 10 km kuzeyinde.  Adı Bakken. Ama anladığım kadarı ile Tivoli kadar ziyaretçisi yok. Ben de merak etmiyorum, sadece ilgilenenlere söylüyorum. Tutabileceğim bir anne eli ve çocukluğum olmasa da yanımda, ben Ankara’daki Gençlik Parkı’ma gideceğim ilk fırsatta... Bıraktığım yerde ama, bıraktığım şekilde olmadığını bilsem de...

Evet, diyelim Kopenhag’a gelme niyetiniz var. 4-5 gün ayırın bence, telaşesiz, sindire sindire gezmek ve sindire sindire şehri yaşamak için. Süreniz kısıtlıysa, bir olmazsa olmazlar listesi yapın kendinize...

Buyurun size bir özet: KOPENHAG'A GELMİŞKEN...


1-Tivoli bahçelerini görün derim. Ne süreyle değerlendireceğiniz size kalmış. Kim bilir belki sadece bir görüp çıkar, belki de eğlence parkurlarından yararlanırsınız. Belki de akşam yemelerinizden birini burada yer, bir konser dinler ya da hava-i fişek gösterisine tanıklık edersiniz. Walt Disney’e ilham vermiş, ama sakın Disney parkları gibi bir beklentiniz olmasın.

2-Nyhavn’a gitmeniz gerektiğini zaten biliyorsunuz. Biranızı burada yudumlayın, belki bu bira Carlsberg olur. Hatta bence aç gelin, smorrebrod da yiyin. Bol bol dondurmacı göreceksiniz, seviyorsanız dondurma alın. Bir kaç tane de “waffle” yapan yer var burada. Çok kuyruk olduğu için bekleyemedik, aklım kaldı, ama benim yerime Belçika Waffle’ı yiyin

3-Peşine de bir tekne turu yapın, ama mutlaka yapın.

4-Stroget caddesinden geçin. Şehrin genel havası hakkında fikir verir. Aslında caddelerde, sokaklarda yürüyün.

5-Benim becerim dışında ama belki siz bisikletle gezersiniz.

6-Şehir içindeki Rosenborg Kalesini ziyaret edin. Vaktiniz varsa bahçesinde de vakit geçirin.

7-Bira yapım aşamaları, tadımı ilginizi çekiyorsa, Carlsberg Bira Fabrikası turunu hatırlatayım.

8-Christiania bölgesi sizde de merak uyandırmış olmalı, öyleyse zaman ayırın.

9-Hamlet’in sarayı olarak anılan Kronborg sarayı ve daha nice saraylar olduğunu da vurgulayayım.

10-Modern sanatlara ilginiz varsa, Merkez istasyonundan trene atlayın ve Kopenhag’ın 40 km kuzeyindeki benim gidemediğim Louisiana Modern Sanatlar Müzesini ziyaret edin.

11-Vaktinize ve ilginize göre bir kaç müze gezin.


12-Benim dikkatimden kaçmış, sizin keşfettiğiniz birşeyler olabilir, onları da siz benimle paylaşın.

Evet, bitiriyorum. Rosenborg kalesinde fotoğrafını çektiğim aşağıdaki taçlar sizin için. Kimsenin olmasa da, kendi hayatlarımızın kral ve kraliçeleriyiz sonuçta, çok değerli kendi hayatlarımızın... 

Lütfen hep sevgiyle kalın...

     DİLER COŞKUN

Rosenborg kalesi

                                                              ***
   Kuzey Avrupa ile ilgili diğer yazılarım ;

     Keyifli Okumalar :)