Paris, Roma, Londra... Merak edilen
Avrupa şehirleri arasındadır hep. Bir anda akla gelmez, ya da ilk seçenekler arasında
değildir Kopenhag. Ya birçok
yeri görmüşsünüzdür, sıra ona gelmiştir,
ya da bir vesile olmuştur, benimki gibi. Malum Norveç fiyortlarına gideceğiz ve
Kopenhag’dan kalkacak gemimiz. Eşim, oğlum, kızım ve ben. “Fırsat bu fırsat, Kopenhag’ı
da tanıyalım” dedik. Dedik ama, ne yazık ki sadece iki gün ayırabildik.
Buyurun. Paylaşıyorum. Kopenhag’da gezdiklerimi-gördüklerimi,
yediklerimi-içtiklerimi, bu vesile ile öğrendiklerimi ve bir daha gidersem
hangi planlar peşinde olduğumu...
Ziyaret ettiğim ikinci Kuzey Avrupa
şehri oldu Kopenhag, “Tüccar limanı” ya da “Ticaret limanı” anlamında. Sadece altı milyon nüfuslu Danimarka’nın iki
milyona yakın nüfuslu başkenti.
Ama önce Danimarka ile başlayacağım. Kuzey Avrupa’da küçük diyebileceğim bir ülke, pek çaktırmasa
da 76’sı ıssız olmak üzere 443 adadan oluşuyormuş. Grönland ve Atlas Okyanusundaki Faroe adaları da
Danimarka’ya ait. Tek kara sınır komşusu güneyde Almanya. Doğuda ise
İsveç’le aralarında bir boğaz var. 2000 yılında yapılan 14 km.lik Oresund köprüsü ile bağlanmışlar
birbirlerine. Dağ yok ülkede, en yüksek
tepesi 170 metre.
Anayasal Monarşi ile yönetiliyor Danimarka. Kraliçe var. Dünyanın en eski Krallıklarından
üstelik. 1973’ten bu yana Avrupa Birliği üyesi, ama para birimi olarak Avro
değil, Danimarka Kronu kullanıyor. Bir
Danimarka Kronu 0.13 Avro ya da 0.44 Türk lirası ediyor şu günlerde, kabaca.
Dilleri Danca. Bu, İsveççe ve Norveççeye oldukça yakın bir dil. Zaten ortak
bir tarihe sahip İsveç, Norveç ve Danimarka. 8-11. yüzyıllarda Kuzeybatı Avrupa’da Vikingler
hakim iken, 980 yılında I. Harold
Danimarka ve Norveç’i birleştirerek bir krallık kurmuş; daha sonra iki
ülke, üst düzey evlilikler sonrası bir
bayrak altında birleşmiş... 1397 yılında ise İsveç, Norveç, Danimarka ile
sömürgeleri “Kalmar Birliği” adı altında, büyük bir imparatorluk olmuşlar...
Zaman içinde savaşlar, ayrılmalar... İsveç ve Danimarka, tarihte bir dönem en çok
savaşan iki ülke iken, 1657’de yapmışlar son savaşlarını. Şimdi ise malum, iyi
komşular. “Eurovision” şarkı yarışmalarında, “Bu ne güzel komşuluk” diye gıpta
ile bakmış olduğumuz üzere... Ne diyeyim? Darısı tüm savaşanların başına...
Okuduklarım dışında, “kulaklıktaki
ses” de çok aydınlattı beni Danimarka ve Kopenhag hakkında. Hangi kulaklıktaki
ses mi? Hop-on hop-off otobüslerindeki... Az değildi kendisi! Başka neler söyledi
neler! Danimarka’nın en demokratik, en az yozlaşmış
ülkelerden olduğunu, basın
özgürlüğünde ilk sıralarda yer aldığını, ülkede yolsuzluk olmadığını, çevre
dostu olduklarını... Hava atmayı, nispet yapmayı seviyordu yani...
Öte yandan, halkın kraliyete ve kurallara saygılı olduğu
da vurgunladı. Kraliçenin doğum gününde bayrak asılırdı evlere, ama sadece
kraliçenin değil, herhangi birinin doğum
gününde de yapılırdı bu iş.
Tasarım, Yelkencilik, Gastronomi konularında iddialılardı.
1979’dan beri dünyanın en mutlu halkı olduklarını da
söylemeden edemedi. Neden 1979, onu bilmiyorum, ayrıca bunu “en mutlu
halklarından biri” olarak düzeltmekte de sakınca görmüyorum.
Yüzde 49 vergi veriyorlardı, ama
şikayetçi değillerdi.
Kazandıkları parayı ev, araba gibi mülke yatırmak
yerine, sosyalleşmeye harcıyorlardı. İstatistiklere göre Avrupa’da en kısa ömürlü halk
olduklarını bildirmeyi de ihmal etmedi. Ben bu konuda rakamlara sahip değilim,
ama “Olsun. Ölene Kadar Yaşıyoruz”
diye savunuyordu kulaklıktaki ses yaşam tarzlarını.
Ayrıca Kopenhag, dünyadaki en yaşanılabilir şehirlerdendi, sadece
kulaklıktaki sese göre değil, her yıl yinelenen araştırmalara göre de...
Biz de 2015 yılı Ağustos ayında
gelebilmiştik, dediğim gibi, sadece iki günlüğüne... Önceden çalışmıştım yine
gidilecek yerleri. Evdeki hesap çarşıya tam olarak uymasa da, uyduğu kadarını
tamamladık, bir daha gelmeye bir fırsat olarak gördük yapamadıklarımızı da...
Otelimiz “Copenhagen Plaza”. Oldukça merkezi bir konumda. Merkez istasyonu ve
ünlü Tivoli bahçelerinin hemen yakınında, ünlü alışveriş caddesi Stroget’e de
yürüme mesafesinde. Hatta Kopenhag’ın olmazsa olmazı Nyhavn’a da pek uzak
sayılmaz. 1913’ten kalma, çok düzgün, pırıl pırıl bir otel. Bir de kütüphane bar
barındırıyor bünyesinde, kısa süre kaldığımız için pek “yararlanmalık” değil,
ama “bakıp-çıkmalık” oldu benim için.
Nereleri gezebildik? Tivoli Bahçeleri, Stroget Caddesi, Nyhavn,
Christianborg Sarayı, Rosenborg Kalesi... Ayrıca Hop-on hop-of otobüs turu ve tekne turu ile görüp yaşadıklarımız da,
bu iki güne sıkıştırdığımız işler arasındaydı.
TİVOLİ BAHÇELERİ
Tivoli bahçeleri, dünyanın kullanımda olan en eski
ikinci eğlence parkı imiş. 1843’te
açılmış, yıllar içinde de hep
yenilikler eklenmiş. Mimarı Georg Carstensen, dönemin kralı VIII.
Christian’ı, “Halk eğlenir, oyalanırsa,
politikayla ilgilenmez” diye ikna etmiş parkın yapımına. Georg Carstensen ayrıca “Bu park hiç
bitmeyecek” de demiş, “Hep gelişecek, yenilenecek” anlamında... Yıllar sonra
Walt Disney’in de buradan ilham aldığı ve ayrıca “Disney” parkları için de
benzer sözcükleri sarf ettiği bildirilmekte. Aslında tabii ki her medeni yerleşim yerinin, nefes alacak, dinlenecek,
eğlenecek yerlere ihtiyacı var.
Evet. Tivoli Bahçeleri, korunmuş,
gelişmiş ve günümüze kadar gelmiş. Şu anda en
sık ziyaret edilen parklar arasında Avrupa’da
dört, İskandinavya’da ise birinci
sırada.
Otele eşyalarımızı bırakır bırakmaz
geldik ziyarete, bir dakikalık mesafede.
Geniş bir alana yayılmış park. Yemyeşil bahçeler, renk renk çiçekler, suni
göletler, farklı coğrafya ve kültürlere, özellikle de dikkatimi çeken Hindistan
ve Çin gibi doğuya ait yapılar
barındırıyor bünyesinde. Açık hava
tiyatroları, konser alanları mevcut. Her
yıl 150 kadar konser olurmuş. 1914’ten beri de haftada iki kez hava-i fişek gösterisi. Otuzdan fazla da restoran barındırıyor bünyesinde. Ve tabii ki eğlence parkurları...
Parka giriş ücreti veriyorsunuz,
eğlence parkurlarından yararlanmak isterseniz, içeride her biri için ayrıca bilet
almak gerekiyor. Disney parkları gibi girişte tek ve pahalı bilet ve sonsuz
yararlanma hakkı yerine, kullandığın kadar ödeme var.
Sundukları eğlence parkurları açısından, ki kabaca “oyuncaklar” derdik biz onlara, çocukluğumun lunaparkını anımsattı
bana.
Ankara’daki Gençlik Parkı ve Gençlik Parkı içindeki Lunapark. Bir anda
döndüm çocukluğuma... Ortasında fıskiye olan ve üzerinde kayıkla gezinilen kocaman
gölet, gölete uzanan salkım söğütler, salkım söğütlerin kök saldığı çay
bahçeleri, semaverler, gece assolistleri izlemeye gittiğimiz Göl gazinosu,
kimbilir kaç evliliğe şahitlik yapmış nikah salonu, ve çarpışan arabaları,
dönme dolabı, korku tüneli ve niceleriyle Lunapark. Aile demekti Gençlik parkı benim için, aile
ile geçirilen keyifli saatler.
Sahi, acaba şimdi ne durumda Gençlik Parkı, burası gibi ayakta ve canlı
mı? Zira zaman içinde gidemez, gitsek de zevk alamaz olmuştuk. Biz mi
değişmiştik, park mı değişmişti, toplum mu? Bilemedim... Tivoli Bahçeleri ile
düşüncelere daldım, gittim-geldim...
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Neyse... Gündüz gözüyle görmüştük Tivoli
bahçelerini. Çıkıp, biraz şehir içinde gezdikten sonra, hava kararınca tekrar geldik,
hem gecesini görmeye, hem de akşam yemeğine. Aynı gün içinde tekrar giriş
yapacaksanız, elinizin üzerine bir damga vurduruyorsunuz çıkarken, ve bunu
göstererek girebiliyorsunuz yeniden.
Işıklandırmalar ile de güzeldi Tivoli
Bahçeleri ve içindeki yapılar.
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Epeyce yorulmuş ve acıkmıştık. Karar
vermemiz zor oldu ama, onlarca seçenek arasından Groften adlı restorana yöneldik. Dışından anlaşılmasa da, içi
geniş, ferah, sevimli, ancak oldukça kalabalık. Herkes kendi zevkine göre
birşeyler sipariş etti. Madem kuzey Avrupa’dayız, tercihimi Somon’dan yana
yaptım ben de. Ve aramızdaki tüm 18 yaş üzerindekiler Carlsberg bira istedik. Bira içen biri değilimdir, ama Carsberg’i içmek
istedim. Neden mi? Vatanı Danimarka
da ondan. Yemeğimizin peşine de tatlılar ihmal edilmedi tabii ki. Tatlıcı
değilimdir, ama pek severim Avrupa tatlılarını, genellikle meyveli ve hafif
olurlar. Tercihim orman meyveli pavlova yönünde oldu. Oldukça memnun kalktık
yemekten.
Groften adlı restoranda, Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Groften adlı restoranda “Somon”, Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Groften adlı restoranda “Orman meyveli pavlova”, Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Yemek sonrası, parkın içinde gündüz
görmediğimiz taraflara yöneldik. Yöneldik ki, ne göreyim? Bugi-bugi. Bilmiyorum orijinal adı da bu muydu, ama çocukluğumda
böyle derdik ve benim lunaparkta en sevdiğim oyuncaklardandı. Bunu çocuklarımla
paylaşınca ne oldu dersiniz? Hemen kızım beni bulunduğum yere sabitledi, oğlum
koştu biletleri aldı. Bindik bugi-bugi’ye. Çocuklar bana bunu yaşattıkları için
mutluydular, ben de onlar mutlu olduğu için. Ama inanın, hiç hatırladığım gibi
değilmiş, ufak engebeler bile sarsıyor bu yaştan sonra insanı.
“Bugi bugi”, Tivoli Bahçeleri, Kopenhag |
Yorgunduk bu ilk günün sonunda, ama
dediğim gibi Tivoli’ye çok çok yakın olan otelimize dönüşümüz zor olmadı.
KAHVALTI VE HOP-ON HOP-OFF ŞEHİR TURU
İkinci gün, ilk ve son tam günümüzdü
Kopenhag’da. O günkü programda önce kahvaltı, sonra hop-on hop-off otobüsleri ile şehir turu vardı.
Otelimizin istasyon manzaralı
restoranında yaptık iki gün de kahvaltımızı...
Türkiye’de de vardır ve “Danish cake” (Danimarka keki-çöreği)
olarak bilinir, ortasında krema veya marmelat olan, milföy hamuruna benzer bir
hamurdan hafif bir çörek. Çok severim, bir çok yerde açık büfe kahvaltılarda
bulunur, ben de mutlaka yerim. Bir anda fark ettim ki Danimarka’dayım ve
bu çöreği yerinde, Danimarka’da yiyorum. Yediğime de böyle bir anlam yükleyerek
keyifle bitirdim kahvaltımı. Sonradan takıldı aklıma, adı “Danish cake” ama
gerçekten Danimarka orijinli diye mi. Değilmiş biliyor musunuz? Avusturya
orijinli. 1850’lerde Viyana’dan Avusturyalı pastacılar tarafından getirilmiş
Danimarka’ya... Lüzumsuz bilgiler koleksiyonunuz varsa, buyurun, bunu da
ekleyin...
Evet. Şehir turunu Hop-on Hop-off
otobüsleri ile yaptık. Farklı üç hat var. Kırmızı, yeşil ve turuncu. Biz en
kapsamlı olan ve hiç inmezseniz 1 saat süren kırmızı hattı seçtik. Her yirmi
dakikada bir hareket eden otobüsler bunlar, saat 12.00’de başladı bizim turumuz.
Otobüste canlı rehber yoktu, ama o
bildiğiniz “kulaklıktaki ses” vardı. 16 ayrı dilden, 16 ayrı ses. İngilizce
başlasam da, Türkçeyi keşfedince ona döndüm.
Gezdik, gördük, bilgilendik, ki bu
bilgilerin bir kısmını çoktan paylaştım sizinle.
Yanından geçtiğimiz ilk önemli yapı,
bir sanat müzesi olan Ny Carlsberg
Glypotek idi. Carlsberg biraları demiştim ya... Önceleri yerel olan bu
biranın, dünyaya açılmasını sağlayan Carl
Jacobsen, sanata da düşkünmüş. 1897’de açmış bu müzeyi. Dünyadan topladığı
Rodin heykelleri koleksiyonu da yer almaktaymış burada, ama geri dönüp gezme
fırsatı yaratamadık ne yazık ki. Bir çok müzeye olduğu gibi buraya da
girişin ücretsiz olduğu vurgulanıyordu
kulaklıktaki ses tarafından.
Fisketorvet
adlı büyük bir alışveriş merkezi ve balık pazarından bahsediliyordu. Hem Brygge adalarından, hem de buradan
denize girilebiliyormuş. Şehir içinden denize girmek mümkündü yani. Bunu hem
duyuyor, hem de etrafa bakarken setlerin üzerinde güneşlenen insanlardan
anlayabiliyorduk. Dikkat! “Set” diyorum, çünkü kumsal görmedim.
Kuzey Avrupa’nın en büyük kumarhanesi
de Kopenhag’da, Radisson SAS otelinde bulunuyormuş. Bir tarafı liman kanalı,
diğer tarafı şehir manzaralı olan en büyük otelleri ise, Marriott imiş.
Tasarımda iddialı olduklarını
söylemiştim. “Siyah elmas” (Black diamond) adını verdikleri ve gurur duydukları siyah granit yapı, kütüphane idi. Yapıyı daha sonra da
gördüm, hatta bir de fotoğrafını çekmişim. Bir poz anı görmek pek anlamlı
gelmese de, bu kadar gurur duyduklarına göre var birşeyler dedim. Sonradan “görsellerde”
bakınca pek etkilendim. Hiç bir turistik yazıda böyle bir öneriye denk gelmemiş
olsam da, zaman ayırıp içini de görmek gerekirmiş diye düşünüyorum. Böyle bir
yapıyı tasarlamak, hayata geçirmek, burada çalışmak, buradan yararlanmak... Ne
muhteşem bir duygudur kimbilir! Özellikle gençlere ilham vermek açısından hoş
olmaz mı?
Siyah Elmas (Black Diamond) adını verdikleri Kütüphane binasının bir bölümü, Kopenhag |
Dönelim gezimize... Küçükken “Andersen’den Masallar” kitabı
olmayanınız ya da bu masallardan birkaçını okumamış olanınız var mı? Küçük
Deniz Kızı, Kibritçi Kız, Çirkin Ördek Yavrusu, Çıplak Kral ve niceleri...
Hepsi, Danimarkalı yazar Hans Christian
Andersen’a ait. 1805-1875 yılları arasında yaşamış Anderson Kopenhag’da.
Tabii bir de heykeli var şehirde. Ayrıca ünlü masalının kahramanı “Küçük deniz kızı” nın da heykeli
bulunmakta.
“Küçük deniz kızı” heykelinin olduğu
durakta indik otobüsten. Gerçekten küçüktü, “küçük deniz kızı”. Limana yakın
bir kaya üzerinde oturmakta. Zaman zaman başka ülkelerde sergilenmek üzere
seyahat edermiş, ama o gün yerindeydi. Etrafı da pek kalabalık, fotoğraf çekmek
isteyenlerle dolu. 1909 yılında, yine Carl Jacobsen, tarafından yaptırılmış bu
heykel. Sadece yüzü kullanılan model bir baş balerin imiş. Heykelin gövdesi
için ise heykeltraşın eşi modellik yapmış. Gitmeden önce sanki Kopenhag’ın
simgesi bu deniz kızı, çok da heybetli gibi bir izlenime kapılmıştım nedense, ama
oldukça mütevazi bir eser idi bence.
“Küçük Deniz kızı” heykeli, Kopenhag |
Küçük deniz kızını görme vazifemizi
yerine getirdikten sonra, biraz etrafta gezindik. Güneşli bir havaydı, yeşilliğin
yoğun olduğu, gölet ve kanalların bulunduğu bölgeye yöneldik. Kastellet adındaki kale ve askeri bölge
idi burası. Sessiz, sakin ve huzurlu bir ortam. Belli kurallar çerçevesinde
yürümek, bisiklete binmek serbest.
“Kastellet” bölgesi, Kopenhag |
Bisiklet demişken, “bisiklet-dostu” bir şehir olduğunu
vurgulamalıyım Kopenhag’ın. 350 km bisiklet
yolu varmış şehirde. Yaz mevsimini anladım da, kışın nasıl beceriyorlar bu
işi bilmiyorum.
Bisikletler, Kopenhag |
Bisikletler, Kopenhag |
Evet. Kastellet bölgesindeki temiz
havayı soluyarak gezdikten sonra, tekrar bindik otobüse ve turumuzu tamamladık.
Sırada, o gün yapacağımız diğer işler vardı.
STROGET CADDESİ
Stroget, Kopenhag’ın en ünlü alışveriş caddesi. Otelimize
500 metre mesafede idi. Buraya ilk gün, Tivoli’den yürüyerek gelmiştik. Araç
trafiğine kapalı. Oğlumun ifadesi ile “Ayy-nı İstiklal”. Kesinlikle
abartmıyorum, gerçekten İstanbul’daki İstiklal caddesine çok benzemekte.
Kafeler, restoranlar, butikler ve daha nice mağazalarla bezenmiş. Yer yer
gösteri yapan sokak sanatçılarına rastlamak da mümkün.
Burada sadece bir mağazanın içine
girdik, o da LEGO. Orlando’da
gördüğüm Lego mağazası kadar etkilemedi beni, ama bir Danimarka tasarımı olan
Lego’nun, Danimarka’daki mağazalarından birini görmemek olmazdı. Burada
öğrendim zaten Lego’nun Danimarka
tasarımı olduğunu ve yirminci yüzyılın
en iyi oyuncağı seçildiğini... Sizce de hak etmiyor mu?
Lego mağazasında, Stroget caddesi, Kopenhag |
NYHAVN
Stroget’den sonra Nyhavn’a yürümüştük.
Amacımız hem burayı görmek, hem de mümkün olmadı ama, ilk günkü akşam yemeğini
burada yemekti. O ne kalabalık! Ne kalabalık! O an sadece bir fikrimiz olmuş
oldu. Ertesi gün, hop-on hop-off şehir turu sonrası, detaylı gezmek ve öğle
yemeği için tekrar geldik.
Nyhavn, 300 metrelik bir kanal. İki tarafında, omuz
omuza dizilmiş, 4-5 katlı renkli binalar, 350 yıllık. İsveçli mahkumlara yaptırılmış zamanında. Sarhoş
denizcilerin mekanı olmuş yüzyıllarca. Şu anda Kopenhag’ın en turistik yeri. “Olmazsa olmaz”ı demiştim, her
turist mutlaka uğrarmış buraya! Bir de yerliler eklenince, kalabalık
kaçınılmaz.
Nyhavn, Kopenhag |
Nyhavn, Kopenhag |
Nyhavn, Kopenhag |
Kanalın bir taraftaki binaların giriş katı ve önleri restoran ve “pub”
olarak değerlendirilmiş. İkinci kez geldiğimizde de çok kalabalıktı. Bir de
sıcak, tam öğlen güneşi tepemizde. Bu memleket böyle sıcak olur muymuş? Ama, kararlıydık.
Öğle yemeğimizi Nyhavn’da yiyecektik. Skagen
adlı restorana oturduk. Ben ne yiyeceğime önceden karar vermiştim. “Smorrebrod” adlı açık sandviçleri
ünlüydü Danimarka’nın, hem merakımdan hem de sizinle paylaşabilmek için onlardan
sipariş ettim. Üstelik üç çeşit “smorrebrod” olacaktı tabakta, biri somonlu, biri balık filetolu, diğeri
etli. Füme somonlu çırpılmış yumurta ile, balık filetolu olan mayonezli-karides
ile, rozbifli (roast beef) olan ise turşu ile servis edilmişti, ekmeklerin
üzerinde. Hepsi de şık ve lezzetliydi.
Skagen adlı restoranda “smorrebrod” olarak adlandırılan açık sandviçler, Nyhavn, Kopenhag |
Dışarıda oturmuştuk ama, bir ara girdiğimde
içeride gördüğüm yağlı boya tablo, Nyhavn’ı çok güzel anlatmıştı.
Skagen adlı restoranda bir “Nyhavn”ı anlatan yağlı boya tablo, Kopenhag |
TEKNE TURU
İkinci gün Nyhavn’daki öğle
yemeğinden sonra gerçekleştirdik tekne turumuzu. Nyhavn’dan başlayan, bir
saatlik bir turdu bu.
Nyhavn’dan başlayan tekne turu, Kopenhag |
Canlı rehber vardı teknemizde.
Gürültüsüz-patırtısız, sakin sakin süzülen bir tekneydi bu, üstü açık. Hem mis
gibi deniz kokusunu soluyarak etrafı görüyor, hem de bilgileniyorduk.
İlerledikçe setler üstünde
güneşlenenler, denize girenler, kanolarında keyifle kürek çekenler, teknenin
yaklaştığını görünce soyunup suya atlayarak şov yapan ve bununla da çok
eğlendikleri anlaşılan çocuklar dikkati çekiyordu.
Tekne turunda kanolar, Kopenhag |
Kraliyet Opera Binasının (The Royal Opera House) önünden geçtik turun başlarında. Modern
bir yapı, dünyada en pahalıya mal olmuş opera binalarından biri imiş.
Kraliyet Opera binası, Kopenhag |
Yol boyunca gördüğümüz ve aklımda
kalan yapılardan bir tanesi de Mermer
Kilise. İskandinavya’nın en büyük kilisesi imiş. İçini görmek nasib olmadı
tabii ki...
Mermer kilise, Kopenhag |
Gastronomi konusunda iddialı
olduklarını söylemiştim. Michelin yıldızlı
NOMA restoran da yerini almıştı bir köşede.
Gördüğüm ve aklımda kalan diğer
yapılar arasında Holmen kilisesi var.
1619’da yapılmış, buradaki en eski kilise. Bir de Borsa binası, 16. yüzyıldan kalma. Üzerinde havaya uzanan üçlü örgü
barındırıyor. İsveç, Norveç ve Danimarka’nın bileşimini simgeliyormuş bu üçlü
örgü.
Bir ara da, Danimarka’yı İsveç’e
bağlayan Oresund köprüsü yapılmadan önce kullanılan Eski Feribot terminalinin
önünden geçtik. Ve tabii ki kalabalıklara
poz veren Küçük Deniz Kızı’nın yanından da...
İsveç’e ulaşım için Oresund köprüsü yapılmadan önce kullanılan Feribot terminali, Kopenhag |
Denizci öğrencilerin uygulama gemisi ve ayrıca kraliyet
yatı da yol boyunca rastladıklarımız arasındaydı.
Denizci olacaklar için eğitim amaçlı kullanılan tekne, Kopenhag |
Kraliyet yatı, Kopenhag |
Evet. Herşey klavyeyle olmuyor.
Havasını solumak, kendi gözlerinizle görmek var. Bana göre Kopenhag’da yapılması gerekenler listesinde mutlaka yer almalı,
Nyhavn’dan başlayan bir tekne turu.
CHRİSTİANBORG SARAYI
Tekne turu bittikten sonra yürümeye
başladık Nyhavn’da. Az önce bahsettiğim, eski Feribot terminalinin önünden
geçtik. Bana kalsa çoktan kaybolmuştum, oğlumun rehberliğinde yürüyerek geldik Christianborg Sarayı’na. Aslında bir
adada yer alıyor, kanalların üzerindeki köprülerden geçerek geliyorsunuz, ama
bilmezseniz bir ada olduğunu hissetmek zor. Tamamı halka açık değil sarayın.
Parlemento, yüksek mahkeme, başbakanlık, devlet ofisleri, kraliyet resepsiyon
odalarını içermekteymiş. Kulesi ise Kopenhag’daki
en yüksek yapı, biz oraya çıktık. Oldukça
güzel bir şehir manzarası sunuyordu.
Holmen kilisesi, Borsa Binası, Mermer
Kilise de kuşbakışı görülüyordu buradan.
Christianborg Sarayının Kulesinden şehir manzarası (solda kanalın kıyısında Holmen kilisesi, sağda Borsa binası), Kopenhag |
YEREL RESTORANDA AKŞAM YEMEĞİ
Evet, hop-on hop-off, Nyhavn, tekne
turu, yürüyerek gezme ve Christianborg Sarayı derken oldukça yorulmuştuk bu tek
tam günümüzde de. Bu ikinci gün akşam yemeğini
bir yerel restoranda yiyelim dedik. Biliyorsunuz, sadece gezip-gördüğümü
değil, yediğimi-içtiğimi anlatacağımı da söylemiştim baştan.
Otelden aldığımız öneri ile kısa bir
yürüme mesafesinde olan “Frk. Barners Kaelder” adlı restorana geldik. Kiremit
rengi bir apartmanın girişinde küçük, sevimli bir yerdi. İçerideki ahşap
masalar ve sandalyeler, kırmızı-beyaz kareli kumaştan masa örtüleri, duvardaki
tablolar ve tüm dekorasyonu ile sıcak, ev kıvamında hoş bir ortamdı. Biz
dışarıda, açık havada oturduk.
“Frk. Barners Kaelder” adlı restoranın içi, Kopenhag |
Bir salata, bir çorba benim için
ideal olacaktı. Ancak, kişi başı en az bir ana yemek söyleme zorunluluğu varmış.
Bak bu olmadı işte ! Hani nerede özgürlük? Daha istediğim yemeği seçme hakkına
sahip değilim! Bu durumu pek doğru bulmadım ama şartlara da uydum, mecburen. Çorbayı
listemden çıkardım. Koca koca etlerle pek aram olmadığı, somonu da bir gün önce
yemiş olduğum için, yöresel bir balık seçtim.
Tereyağında kızartılmış pisi
balığı (Butter-fried plaice from the
North Sea), Haziran-Ekim aylarında çıkarmış Kuzey denizlerinden. Önden
salata, tereyağ-ekmek derken doymuştum her zamanki gibi. Koca balık önüme geldi.
Önce tipini beğenmedim, yemeğe çalıştıkça da karşılaştığım kılçıklarını... Seçsene
sen yine somonunu! Ana yemek yemek zorunda kalmış olmama mı kızayım, kızartma,
hem de saçma-sapan bir kızartma seçtiğime mi yanayım, kılçıklarına mı kafayı
takayım bilemedim. Ama o balığın adını ve kimliğini açıkladım, siz siz olun,
uzak durun bence.
Yerel restoranda (Frk. Barners Kaelder) salata ve garnitürler, Kopenhag |
Tereyağında kızarmış pisi balığı, Kopenhag |
Neyse, tatlıyı ihmal etmedim. “Eski usul elma tatlısı” daha doğrusu
“keki” diyor (Old-fashioned apple cake),
ama garson bayan beni uyardı, gerçekten kek değil, elma püresidir diye. O tam
kafama göreydi işte. Güzel bir sunumla, affettirdiler kendilerini.
Eski usul Elma tatlısı (“Old-fashioned apple cake” olarak tanımlanmış), Kopenhag |
Evet, yemek sonrası yine yürüme
mesafesindeki otelimize dönüp, yine bir güzel dinlendik.
ROSENBORG KALESİ
Kopenhag’daki son günümüzdü, o da
yarım gündü zaten. Öğleden sonra gemide olmamız gerekiyordu, ama o sabahı da
değerlendirmek istedik çocuklarla. Kahvaltı sonrası yürüyerek geldik Rosenborg Kalesi’ne...
Ne iyi etmişiz. Şehrin göbeğindeki bu
yeri kaçırmak, kendimize büyük haksızlık olacakmış.
Rosenborg Kalesi, kraliyet mücevherlerinin ve eşyalarının sergilendiği bir yer. O ne ihtişam! O ne sanat! Sadece Osmanlı’da ve Doğu kültürlerinde değil, Avrupa’da da bu zenginliği görmüş oldum. Çok da güzel bir parkı var, 17. yüzyıldan kalma. Ayrılasınız gelmiyor. Ama öte yandan otele dönülecek, eşyalar alınacak ve ver elini Norveç.
Rosenborg Kalesi, Kopenhag |
Rosenborg Kalesi, Kopenhag |
Rosenborg Kalesi, Kopenhag |
Rosenborg Kalesi, Kopenhag |
Evet. Kopenhag’da iki güne
sığdırabildiklerim bunlar. Fazladan
birkaç günüm daha olsa neler yapardım, daha doğrusu, BİR KEZ DAHA GELİRSEM YAPMAK İSTEDİKLERİM neler, onu da paylaşmak
istiyorum.
Öncelikle Christiania bölgesini görmek isterim, “Özgür kasaba
Christiania”yı... Özelliği ne mi? Toplum
içinde ayrı bir toplum olması. 1971’de terkedilmiş askeri bölgeye
yerleşilmiş ve özerkliğini ilan etmiş bir mahalle. Hükümetten ayrı, kendi
kuralları olan, kendi kendini yöneten, farklı yaşam tarzları olan bir toplum. 300’ü
çocuk olmak üzere 1000 kişilik bir nüfusa sahip, kendi bayrakları dahi var.
Bölgeye araç ile girilmiyor, suç aleti olabilecek malzemeler sokulmuyor.
Fotoğraf da çekilmiyormuş. Merak etmemek elde değil! Üstelik şehrin içinde.
Hop-on hop-off otobüsleri kırmızı hat ile Christianhavn meydanında inerek
gitmek mümkün, ya da yeşil hatla. Merkezi bir yerdeyseniz yürümek de mümkün.
Carlsberg Bira Fabrikası turu da yapmak isterim. Bira yapım aşamaları ve tadımının
mümkün olduğu bir tur bu, genel kültür olur diye düşünüyorum. Fabrika çok merkezi bir
yerde değil anladığım kadarı ile, ama sadece öğleden sonra çalışan hop-on
hop-off turuncu hat sizi buraya getiriyor.
Gitmeden önce planladığım iki yer
daha vardı. Onlar da bir başka bahara kaldı. Her ikisi de şehir dışında...
Bunlardan birisi Kronborg Sarayı. Shakespeare’in ünlü eseri Hamlet bir Danimarka
prensi, malum. İşte o eserin geçtiği yer Kronborg Sarayı. Görmeye değer kanısındayım.
Bir de Louisiana Modern Sanatlar Müzesi var. Zevkine güvendiğim bir
arkadaşım önermişti. Kopenhag’ın 40 km kuzeyinde. Hatta oteli Merkez
istasyonuna çok yakın seçmemdeki amaç, buraya trenle direk olarak gidebilmekti.
Dediğim gibi, bir dahaki sefere...
Çok fazla sayıda müze var. İlgimi çekebilecek bir kaç tanesini gezmek de iyi fikir. Önceden
bilemiyorsunuz, ama farklı bir ufuk açıyor gördüğünüz her yeni şey size...
Daha önce aklımda olmayan, sonradan
aklıma düşen bir yer de, “Siyah elmas” oldu, şu meşhur kütüphane. Evet, o kütüphaneyi gezmek ve ayrıca Kraliyet
Opera binasında bir performans izlemek...Neden olmasın?
Tivoli Bahçeleri için, dünyanın
kullanılmakta olan en eski ikinci eğlence parkı demiştim ya, dünyanın kullanımda olan eğlence
parklarından en eskisi de Danimarka’da, Kopenhag’ın 10 km kuzeyinde. Adı Bakken. Ama anladığım kadarı ile
Tivoli kadar ziyaretçisi yok. Ben de merak etmiyorum, sadece ilgilenenlere
söylüyorum. Tutabileceğim bir anne eli ve çocukluğum olmasa
da yanımda, ben Ankara’daki Gençlik Parkı’ma gideceğim ilk fırsatta...
Bıraktığım yerde ama, bıraktığım şekilde olmadığını bilsem de...
Evet, diyelim Kopenhag’a gelme
niyetiniz var. 4-5 gün ayırın bence, telaşesiz,
sindire sindire gezmek ve sindire sindire şehri yaşamak için. Süreniz
kısıtlıysa, bir olmazsa olmazlar listesi yapın kendinize...
Buyurun size bir özet: KOPENHAG'A GELMİŞKEN...
1-Tivoli bahçelerini görün derim. Ne süreyle değerlendireceğiniz size
kalmış. Kim bilir belki sadece bir görüp çıkar, belki de eğlence parkurlarından
yararlanırsınız. Belki de akşam
yemelerinizden birini burada yer, bir
konser dinler ya da hava-i fişek
gösterisine tanıklık edersiniz. Walt Disney’e ilham vermiş, ama sakın
Disney parkları gibi bir beklentiniz olmasın.
2-Nyhavn’a gitmeniz gerektiğini zaten biliyorsunuz. Biranızı burada yudumlayın, belki bu bira Carlsberg olur. Hatta bence aç gelin, smorrebrod da yiyin. Bol bol dondurmacı göreceksiniz, seviyorsanız dondurma
alın. Bir kaç tane de “waffle” yapan yer var burada. Çok kuyruk olduğu için
bekleyemedik, aklım kaldı, ama benim yerime Belçika Waffle’ı yiyin.
3-Peşine de bir tekne turu yapın, ama mutlaka
yapın.
4-Stroget caddesinden
geçin. Şehrin genel havası hakkında fikir verir. Aslında caddelerde, sokaklarda
yürüyün.
5-Benim becerim dışında ama belki siz bisikletle gezersiniz.
6-Şehir içindeki Rosenborg Kalesini ziyaret edin. Vaktiniz varsa bahçesinde de vakit
geçirin.
7-Bira yapım aşamaları, tadımı
ilginizi çekiyorsa, Carlsberg Bira
Fabrikası turunu hatırlatayım.
8-Christiania bölgesi sizde de merak uyandırmış olmalı, öyleyse zaman
ayırın.
9-Hamlet’in sarayı olarak anılan Kronborg sarayı ve daha nice saraylar olduğunu da vurgulayayım.
10-Modern sanatlara ilginiz varsa,
Merkez istasyonundan trene atlayın ve Kopenhag’ın 40 km kuzeyindeki benim
gidemediğim Louisiana Modern Sanatlar Müzesini
ziyaret edin.
11-Vaktinize ve ilginize göre bir kaç müze gezin.
12-Benim dikkatimden kaçmış, sizin keşfettiğiniz
birşeyler olabilir, onları da siz benimle paylaşın.
Evet, bitiriyorum. Rosenborg
kalesinde fotoğrafını çektiğim aşağıdaki taçlar sizin için. Kimsenin olmasa da,
kendi hayatlarımızın kral ve
kraliçeleriyiz sonuçta, çok değerli kendi hayatlarımızın...
Lütfen hep
sevgiyle kalın...
DİLER COŞKUN
Rosenborg kalesi |
***
Kuzey Avrupa ile ilgili diğer yazılarım ;
- "DOLU DOLU STOCKHOLM" için lütfen tıklayınız...
- "DOĞAYA DOYMAK YA DA DOYAMAMAK; İŞTE NORVEÇ FİYORTLARI..." için lütfen tıklayınız...