28 Nisan, 2015

KARADENİZ’E GİDİLMELİ...


Yıllardır “Karadeniz” diye diye bir hal oldum. On iki, on üç yaşlarımda, Orta Karadeniz’i şöyle bir görmüşlüğüm vardı, Samsun Çarşamba’lı olan eniştem sayesinde. Hatta hayatımdaki ilk balığı da Yeşilırmak’ta tutmuştum, hem de karnından! Yemini yemiş, gidiyormuş, belki de sadece oralardan geçiyormuş garibim. Ve yine hayatımda ilk kez o zaman bir kayıkta kürek çektim, ellerim nasır olana kadar... Batı Karadeniz ziyaretim ise bundan ancak kırk yıl sonra gerçekleşti, eşim ve kızımla; Yedi Göller, Safranbolu, Amasra... Doyamamıştım, ama bir fikrim olmuştu. Ama ya Doğu Karadeniz? Görülmesi gereken yerler listemden hiç eksik olmadı.
Evet. Artık zamanı. Karadeniz’e gidilmeli...

Yıllarca hep “ailece” olma isteğim ve merakım yüzünden ertelemiştim bir çok geziyi. Bu “ailece” merakı nereden geliyor diye de çok düşündüm aslında. Bir yandan geleneksellik, bir yandan bazı güzel şeyleri birlikte yapma ve paylaşma isteği, bir yandan da çocuklarımın henüz küçük olmaları ve bensiz kalamayacakları gerçeği idi. Kısıtlı ortak boş zamanlarımız farklı yerlerde değerlendirilirken, Karadeniz sırasını hep bekledi, sabırla. Gelişen zaman içinde çocuklarım büyüdü, emekli oldum, oğlum üniversite için yurt dışına gitti, eşim ise kendini çocukluk aşkı olan tekne ve denize adadı. Ben ise “ailece” takıntımdan kendimi kurtarmaya çalışarak, “Gerekirse yalnız da giderim” kararıyla, Karadeniz’i yurt içinde bundan sonra gezilecek yerler arasında birinci sıraya koydum.
Evet. Artık zamanı. Karadeniz’e gidilmeli...

Önümde beş günlük bir tatil vardı. Henüz lise öğrencisi olan kızım da gelir diye düşünürken, kadroyu dörde tamamlamıştık bile.
Tatile iki hafta vardı ve bir tur acentası ile gidecektik. İstanbul’dan uçakla gitmeli, en fazla dört günlük olmalı, hatta yayla ağırlıklı sadece Doğu Karadeniz bölgemizi içermeliydi. Ancak istediğim gibi bir tur bulmak zordu! Ben istemesen de bütün Karadeniz turları Batum’a da götürüyordu. Hiç merakım yoktu Batum’a, ama “Vardır bir bildikleri” diyerek, zaten başka seçeneğim de olmadığından kabullendim. Ve üç gece, dört günlük “Uçaklı Doğu Karadeniz ve Batum” turlarından birini satın aldım.
Çok keyifliydik. Çünkü Karadeniz’e gidecektik. Öyle engel falan da tanımıyorduk. Yola çıkmadan önce ben dahil düşüp, yaralananlarımız oldu. “Gitmemizi istemeyen bir güç mü var acaba, bu bir uyarı mıdır?” diye aklımızdan şöyle bir geçse de, bu düşünceye pek yüz vermedik. Azimliydik. Ölmedikçe gidecektik.
Çünkü, Karadeniz’e gidilmeli...

Turumuzun birinci günü, İstanbul Atatürk Hava limanından 06.00 kalkış saatli uçağımıza bindik ve yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuktan sonra Trabzon Hava limanına geldik. Sabah erken de inince, deniz kıyısındaki hava limanı ile Trabzon, mis gibi tertemiz bir hava ile karşıladı bizi. Genelde yazın sıklıkla Bodrum’a giden ve uçaktan inerken betondan yükselen bunaltıcı sıcaklara çok da alışmış olan bana, bu oldukça farklı ve iyi geldi.
Hava limanı binasının çıkışında dört gün boyunca birlikte gezeceğimiz grubumuz ile buluştuk. Rehberimiz çok yerinde bir kararla bundan sonra değişmeyecek olan koltuklarımıza bizleri sırayla oturttu. Yerinde bir karar diyorum, çünkü yer kapmacalı, senindi-benimdi tartışmalı gezilerim de olmuştur geçmişte. Otobüsümüz 46 kişilikti ve her koltuk doluydu.
Önce kahvaltı için Şef Edwards adlı bir restorana gideceğimizi öğrendik. İsteyenler burada çay, kahve içebilecek, isteyenler de açık büfe kahvaltı alabileceklerdi. Beklenti eşiğim çok düşükmüş ki, ancak gittiğimizde oranın aslında Chef Edwards olduğunu anladım. Deniz manzaralı, geniş bir mekana yayılmış, oldukça ferah, şık ve esprili dekore edilmiş, zeytinyağlıları ve kahvaltılıkları ile gayet yeterli açık büfesi yanında, yöresel tatlar olan  kaygana ve kuymak tadımının da mümkün olduğu hoş bir ortamla karşılaştık. Kaygana, krep gibi yumurtalı, maydanozlu bir yiyecek. Kuymak ise tereyağ, mısır unu, peynir ile yapılan, ekmeğinizi daldırarak yiyebileceğiniz bir şey. Trabzon’da adı “kuymak”, Rize’de ise “muhlama” ya da “mıhlama”. Böylece ilk yöresel yemeklerle tanışmış olduk.

Trabzon, Chef Edwards

Kahvaltı sonrası Trabzon ve semtleri ile yol boyunca geçtiğimiz ilçeleri hakında bilgilenerek geçti yolculuğumuz. Rehberimiz, turizm rehberliği mezunu, aynı zamanda Karadeniz Teknik Üniversitesi İngilizce öğretmenliği öğrencisi, genç bir bayan. Yedi yıllık deneyimi, bilgisi, çalışkanlığı, iyi niyeti ve profesyonel yaklaşımları ile kazandı takdirimi gezimiz boyunca. Neler öğrendim, neler!
Trabzon merkez 360 bin olmak üzere toplam 780 bin nüfuslu bir ilimiz. Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu yer, hatta bir de heykeli var haklı olarak. Kolbastı oyununun buradan çıktığı bilinir genelde. Evet doğru, Faroz mevkiinde balık yakalayan balıkçıların heyecandan yaptıkları hareket ve dans olarak doğmuş kolbastı.  Trabzon’da bulunan Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin ise 40 bin öğrencisi varmış.  Bir limanı da var Trabzon’un, ki olmasa ayıp, “cruise” gemilerini de ağırlar, turist karşılarmış. Deniz kıyısında yedi kilometrelik yürüyüş yolu ile halk da düşünülmüş. Dalgakıranlar ile de aşırı yağışta Karadeniz Sahil Yoluna zarar gelmemesi amaçlanmış.
Samsun’dan Batum’a yaklaşık 500 km. olan ve 2006 yılında açılan  Karadeniz Sahil Yolu gezi boyunca sık kullandığımız bir yoldu. Trabzon’dan doğuya doğru Yomra, Arsin, Araklı, Sürmene, Of, Trabzon’un sahilde kıyısı olan ilçeleriydi  ve bu ilçeler hakkında bilgilenerek ilerledik Of’a doğru. Rehberimiz hem bilgi veriyor, hem kısa hikayeler anlatıyordu. Yomra’nın elması ünlüymüş. Fındık tarımı yapılan Arsin, aynı zamanda sanayi bölgesiymiş. Belki artık sadece geçmişte  kalmıştır ama Araklı, özellikle de Guguda köyü zamanında hırsızlığıyla ünlenmiş, hatta “at hırsızı” terimi de buradan çıkmış. Sürmene, 19.yüzyıl sivil mimarisini yansıtan ahşap işçiliğinin ön planda olduğu konaklara sahipmiş. Tarıma elverişli değilmiş Sürmene, ama pidesi ve Fransız çeliğinden yapılan dövme bıçaklarıyla ünlenmiş. Pidesini yemedik, ama yol üzerinde bir bıçak atölye ve satış mağazasında durduk: Sürdövbısa. Gözlerinizi kapatın, bu ismi tekrar edin, hele bir de aklınızda tutun desem, bence zor. Nereden bulmuşlar bu ismi, lazca mı acaba diye düşündüm bir an. Ama sonra bir daha düşündüm ve gördüm ki “Sürmene Dövme Bıçak Sanayi” sözcüklerinin ilk heceleri. Tamam, artık kolay, unutmam. Buradaki dövme bıçaklar hakkında bilgilendik, gördük, isteyenler satın aldı. Ben de “Ne olur ne olmaz, turumuzun başındayız, bıçak falan taşıyamam” düşüncesiyle satın almaya yanaşmadım. Ama sadece bıçak yoktu burada. Kimileri bıçak satın alır, kimileri etrafa bakınırken, kendimizi bir anda bir kemençe dinletisinin içinde bulduk, muhtemelen oranın sahiplerinden ya da çalışanlarından birisi. Bu da Karadeniz gezisi için ayrı güzel bir “Hoşgeldiniz” oldu bizim için. Düşünenlerin, uygulayanların aklına, emeğine sağlık.


Sürmene, Sürdövbısa'da Çelik Bıçaklar

Alış-veriş ve kemençe dinletisi sonrası tekrar otobüsümüze bindik. Fevri ve canıtez insanı ve mafyasıyla ünlü olduğu bilinen Of’a ulaştık. Burada Karadeniz sahil yolundan ayrılıp, Solaklı çayını solumuza alarak, içerilere, Çaykara’ya ve Uzungöl’e ilerlemeye başladık.
Bundan sonraki durağımız bir çay fabrikası oldu: Sürçaysan. Sürçaysan, Çaykur’dan sonra ilk özel çay fabrikası imiş. Tahmin etmişsinizdir. Bunun adı da muhtemelen “Sürmene Çay Sanayi”den geliyor. Düşünmeye başladım. Karadeniz’e, ya da Trabzon’a özgü bir adlandırma mıdır bu acaba? Ne ifade etmek istiyorsan ilk heceleri al, birleştir, işte sana özel isim. Mantıklı. O fabrikayı ya da atölyeyi ilk kuran sizseniz kolay. Ama ikinci olmayın, adlandırma çok zor olur inanın.
Yamaçlarda çay bitkisini öbek öbek uzaktan görüyorduk ama, yakından görülsün diye fabrikanın bahçesine de dikilmişti. Bahçede hazır bulunan masalara oturduk. Çeşit çeşit çaylar ikram ediliyor, bir yandan da fabrikadan bir yetkili tarafından bilgilendiriliyorduk. Bu kadar sakin, bu kadar öz mü anlatılır bir konu? Hiç bir ticari kaygı içermeden, bu kadar objektif izlenim bırakarak. İkram edilen çayları afiyetle içme telaşesinden ve ortada ayrıca dönen muhabbetten, bir dolu bilgiyi de kaçırdım, o kadar pişmanım ki! Ama tamamen de boş değilim, kaldı elbette aklımda birşeyler...
Çay senede üç kez hasat edilirmiş: Mayıs, Temmuz ve Eylül. İlk hasat çayı daha iyi olurmuş. Hasatta altında torbaları olan özel çay bıçakları kullanılarak üstteki yapraklar kesilir, toplanır, sonra fabrikalara getirilirmiş. O bölgede 250 kadar çay fabrikası varmış. Hiç birinin diğerinden farkı yokmuş. Hepsinde de çay aynı şekilde işlenirmiş. Sürçaysan, Şölen ve Budak adlı markaları üretiyormuş. Toplanan çay yaprakları fabrikalarda, bir şekilde kurutulur, fermante edilir, parçalanır, elenir ve bize ulaşan çeşit çeşit çay haline gelirmiş. Tomurcuk çay, yaprağın kıvrılmasıyla elde edilirmiş, poşete girenler genelde çok ufalanmış toz çaylarmış. Sap kısmına yakın bölümleri içilebilir hale getirmek için de çeşitli aromalar eklenerek bildiğimiz aromalı çaylar elde edilirmiş.. “En iyi çay hangisi” derseniz de onu biz görmezmişiz, onlar içermiş!
Herkes farklı şeylerden etkilenir. Belki tuhaf gelebilir ama çay bitkisini dalında görmek de beni ayrı heyecanlandırdı. Aslında bir çalı. Görseniz, bir şeye de benzetemezsiniz. Kimin aklına gelmiş, onun uç yapraklarını toplayıp, kurutup, çeşitli işlemlerden geçirip, sonra bir içecek haline getirmek bilmiyorum. Ne iyi de etmiş! Vallahi tek kötü alışkanlığımdır çay! Aslında çay iyi de, şekeri bırakamıyorum şekeri!

Yamaçlarda gördüğünüz çay bitkisi 
(Hayır, hayır. Ağaçlar değil, kısa, sıra sıra görünenler)
Çay bitkisi (Artık reklamlarda da görüyoruz...)

Çay ikramı , Rize bezinden örtünün üzerinde...

Sonra ver elini Uzungöl. Uzungöl, 17. yüzyılda oluşmuş alüvyon set gölüymüş. 1 km uzunluğunda, 500 m genişliğinde ve 15 m derinliğinde. Denizden yüksekliği ise 1090 m. 1987’den itibaren de turizme açılmış. Son üç yıldır yazları araplar geliyor, hatta arazi de satın alıyorlarmış. Biz gittiğimizde de epeyce arap vardı. Sıcak Arabistan’ın yazları yerine güzel bir serinleme merkezi, hazır camisi de var. Bundan iyi yer mi olur? Ama gitgide artan çarpık bir yapılaşmayı da hissetmemek mümkün değil!
Öğle yemeğini Uzungöl’de Ada Restoran’da alacaktık. Hazır olsun diye rehberimiz menü seçeneklerini yolda bizlere sordu ve önceden restorana bildirdi. Kuru fasulye menü, sac kavurma menü ya da pide. Biz dört kişiyiz, hepimiz ayrı bir şey ya da aynı şeyi yemektense, ortaya hepsinden birer tane aldık. Ne kadar yerinde bir kararmış. Hep birlikte hepsinin tadına bakmış, afiyetle de yemiş olduk, pek de güzel geldi. Üzerine de çaylarımızı içince, var mı bizden iyisi?

Uzungöl, Ada Restoran’ın menüsü 

Uzungöl'de yemek sonrası bir saatlik serbest zamanımız oldu. İsteyenler bisiklet kiralayıp gölün etrafında gezebiliyorlardı. Biz yürüdük. Temiz havayı ciğerlerimize çekerek, doğanın tadını çıkarmaya çalışarak yürüdük. Fotoğraf çeke çeke, ve tabii biraz da üşüye üşüye...

Uzungöl

Uzungöl

Uzungöl’de kiralık bisikletler

Uzungöl sonrası,  Solaklı çayını bu sefer sağımıza alarak Of’a doğru geri yola koyulduk.
Solaklı çayı üzerindeki kiremit çatıyla kaplı, yaklaşık yüz yıllık olduğu söylenen ahşap köprüde  fotoğraf molası verdik.

Solaklı çayı üzerinde, üstü kiremit çatıyla kaplı yaklaşık yüz yıllık ahşap köprü

  
Yol boyunca yer yer derenin üzerine makara sistemi ile çalışan, karşıdan karşıya malzeme, hatta bazen insan da taşınmasına yardımcı basit bir çeşit “teleferik” sistemleri vardı. Çok işe yaradıkları kesin, ama bu sistemin en güzel yanı, bana göre adı idi: “Vargit-Vargel”.
Of’a geri döndükten sonra İyidere üzerinden Rize’ye doğru yola koyulduk. Rize bezinden yapılmış örtüleri görmek ve isteyenlerin almasına fırsat vermek üzere yolda bir mola daha verdik. Burada da, yine çaylar hazır bekliyordu.
Artık ilk günkü son durağımıza geliyorduk. Gece de konalayacağımız Kaçkar Dağları Milli Parkı içinde yer alan Ayder yaylası. Yolda Karadeniz’li dört gencin oluşturduğu “Grup Imera”nın ilk albümünden Karadeniz türküleri dinleyerek tırmanıyordu otobüsümüz. Kültür gezilerinin vazgeçilmezi olmalı yöresel şarkılar, türküler, hem de yerlisinin ağzından. Yeşilin çeşitli tonlarını, aradan süzülen şelaleleri izleyerek ilerliyorduk. Yükseklere tırmandıkça, 1000 m yükseklikte, soğuğa dayanıklı bir çam türü olan koyu renkli ladin ağaçlarının varlığını vurguluyordu rehberimiz.
Otelimiz Yeşilvadi. Ahşabın cömertçe kullanıldığı bir yayla oteli. Odalara eşyaları attık, yemeğe kadar bir saat dinlenme süresi vardı, biraz dışarı çıkıp onbeş-yirmi dakika kısa bir yürüyüşle yayla havası soluyup döndük. Otele yakın hemen bir de kaplıca vardı. Bizim gitme fırsatımız olmadı, ama daha sonra öğrendiklerimi de ilgilenenlerle paylaşmak isterim. Yayla olarak kullanılmadan önce başlamış kaplıca turizmi burada.
Henüz arife günü idi, yemek saatinde otelde o gün için bir tek bizim grubumuz vardı. Sanki bir tanıdığa yemeğe gitmiş hissine kapıldım, her şey bize özel gibi. Bana misafir geldiğinde de benzer menü yaparım bazen. Çeşit çeşit zetinyağlılar, salatalar... Mercimek çorbası ve birkaç etli sıcak yemek vardı ayrıca. Çorbaya ve soğuklara takıldığım için aklımda kalmamış sıcakların neler olduğu, ama kuru fasulye ve tavuktu sanki.
Daha restorandayız. Grupta bir horon görme merakı, sormayın. Rehberimiz hemen bir telefon bağlantısı kurdu. Elinde tulumuyla bir genç geldi, hem tulumunu çaldı, hem bilgilendirdi. Rize bölgesindeki tek çalgının tulum olduğunu, tulumun oğlak derisinden yapıldığını, içerine üflenen havanın kolla sıkıştırılarak çalındığını, tulum eşliğinde yapılan horona da “tulum horonu” denildiğini anlattı. Rehberimiz, otel çalışanları horon oynamaya ya da tepmeye başladılar. Horon öğrenmeye meraklı kişiler olarak biz de birşeyler öğrenmeye ve yapmaya çalıştık ki boşuna. Horon başı birşeyler diyor, öbürleri cevap veriyor, hareketler değişiyor. Figürün ne olduğunu anlamadan, yeni bir figür. Bu benim bildiğim horona pek benzemiyordu, ama hadi hayırlısı. Ertesi gün öğrendim ki buna “atma horonu” denirmiş, tulum eşliğinde  Rize’de oynanırmış. Trabzon’da oynanan ise üç ayak horonuymuş, kemençe eşliğinde. Bizim daha önce görerek aşina olduğumuz da Trabzon’da oynanan üç ayak horonuydu muhtemelen. Evet, daha sonra onu da gördük, ama hiç heveslenmedim. Horon konusunda kendime güvenimi yitirmiştim.

Ayder yaylası, Yeşilvadi Otel’de tulum dinletisi

*

Turumuzun ikinci günü sabah kahvaltısından sonra otobüsümüzle Ayder yaylasının biraz yukarılarına çıktık. Bir buçuk saat serbest zamanımız vardı. Geze geze aşağıya inecek, közde kahve yapılan yerde buluşup, otobüsümüzle geziye devam edecektik.

Gelintülü Şelalesi

Gelintülü Şelalesi
                                                  
Evet, yaylanın yukarısında Gelintülü şelalesinde fotoğraf çektikten sonra planlandığı gibi geze geze, temiz havayı soluya soluya, fotoğraflara fotoğraf ekleye ekleye buluşma noktamıza geldik. Yolda birbirinden ayrı ayrı yerleşmiş yayla evleri, moteller ve günümüz moda deyimiyle serbest dolaşan inekler... Bayramın ilk günü idi. Közde pişmiş bayram kahvelerimizi de içtikten sonra otobüsümüze yerleştik.

Ayder yaylası (Sen ne güzel bakıyorsun öyle!)
Ayder Yaylası

Ayder Yaylası

Ayder Yaylası

Ayder yaylası

Ayder yaylası, közde Türk kahvesi

Bundan sonra iki seçenek vardı. “Fırtına Vadisinde Rafting” veya “Karadeniz Yayla Köyleri ve Zilkale Gezisi”. Rehberimiz sular azaldığından, bu mevsim hava da biraz serin olduğundan ilkini pek önermedi, bizim de zaten pek niyetimiz yoktu, tercihimiz direk olarak Karadeniz köyleri ve Zilkale gezisi yönünde oldu. Buralara artık yollar dar ve kıvrımlı olduğundan otobüsle değil, minibüslerle gidecektik.
Çamlıhemşin’de minibüslere bindik. En fazla 15-20 dakikalık yolculukla biraz yukarılara çıktık. O bölgede Muska dolma mimarisi ile yapılan evleri, hububat depolarını, Hemşin konaklarını gördük. Temiz havada kısa da olsa yürüyerek bilgilendik.
Yemyeşil, mis gibi bir ortamda, doğayla uyumlu çok güzel evler. Bazı evlerin bahçesinde mezarlık olması dikkat çekiciydi. Ayrıca hububat depoları vardı. Rize’deki hububat depolarına “nayla”, Trabzon’da ise “serender” deniliyormuş. Dört direk üzerinde yerden yüksekteki depolara kemirgenler ulaşamasın diye, taşıyan direklerin üst kısmına yuvarlak halkalar konmuş.
Bir başka dikkat çekici yapı ise TOKİ binalarıydı. Çamlıhemşin’deki bu binalar bizim büyükşehirlerde gördüğümüz yüksek beton yapılar yerine, alçak, doğayla uyumlu binalardı.

Çamlıhemşin

Muska dolma mimarisi, Çamlıhemşin
Rize’de bir nayla

 Sırada Şenyuva, eski adıyla Çinçiva köyü vardı. İzleme fırsatım olmamıştı ama “Sevdaluk” dizisinin çekildiği köy. Adalet evi, deresi, taş köprüsü, köy kahvesi,  ve yine sıcak çayı ile bizi bekliyordu.

Şenyuva köyündeki Taşköprü

Şenyuva köyü (Sen de çok güzel bakıyorsun!)

Gelelim Zilkale’ ye... Gerçekten Kartal yuvası, uzaktan görüntü ayrı etkileyici, içine girip etrafa ve aşağılara bakmak ayrı. Vadiden 100 m yukarıda, deniz seviyesinden yüksekliği ise 700 m. 1300’lü yıllarda Komnenoslar tarafından yapılmış bir Ortaçağ kalesi. İpek yolu üzerinde, aynı zamanda gümrük alma, kontrol noktası işlevi görüyormuş. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u aldıktan sonra burayı da almış. Osmanlı İmparatorluğunda burası karakol gibi kullanılmış. Hatta suçluların, aşağıdaki vadiye atılarak infaz edildikleri yermiş.
 
Zilkale

Zilkale’den vadinin görünümü

Zilkale

Zilkale (Anlamayana!)

Zilkale ziyareti sonrası minibüslerimizle Çamlıhemşin’e geri döndük. Öğle yemeğimiz Fırtına deresi kıyısındaki Osmanlı Alabalık’ta. Hani şu esprilere konu olan “Osmanlı Alabalık, 100 m geride” tabelası olan yer. Orada bir kez daha anladım ki Karadenizliler kendileriyle dalga geçmeyi seviyorlar, bile bile sırf espri olsun diye dikilmiş bir tabela. Orada, o bölgeye özgü, ve organik koşullarda üretildiği bildirilen kırmızı benekli alabalık içeren menümüzü yedik. Alabalık dışında menüde mısır ekmeği, turşu kavurma, tatlı olarak da laz böreği vardı.
Fırtına deresinde isteyenlerin “zipline” yapması da mümkündü. Çelik halata bağlanmış makara sistemi ile kayarak bir noktadan diğerine ulaşmak. Tabelaya da yazmışlar: “No Panik, No Heycan, Atmaca gibi Uçacan”. Teşekkürler, biz almayalım.  Diğer bir tabela ise şakasını ingilizce çevirinin içine saklamıştı.

Fırtına deresi üzerinde “Zipline”

Fırtına Deresi

Fırtına Deresi. Karadenizliden İngilizce dersi :)

Programda çay kesme işlemi vardı. Aslında çay hasadı çoktan bitmişti. Bizim de çay kesme deneyimimiz, daha doğrusu çay kesiyormuş gibi yapıp fotoğraflara poz verme şansımız yağmur başlaması nedeniyle iptal oldu. Biz de Hopa’da konaklayacağımız Paluri otel’e yola koyulduk.
Paluri otel, yayla değil, bir şehir oteliydi. Gayet temiz ve düzgün. Menü bir öncekine yakındı, mercimek çorbası, en az on çeşit soğuk yemek yanında bir kaç çeşit sıcak ev yemeği ve pilav. Akşam yemekte org ile canlı müzik de mevcuttu. Popüler şarkılardan eski Türk filmleri şarkılarına kadar oldukça geniş bir yelpaze, uzun bir program. Bayrama mı özgü, hep mi var bilmiyorum. Yorgunduk aslında, ama hiç bir programı kaçırmak, hiç birşeyden geri kalmak istemiyorduk.
Tur programında olmayan bir şey yaşadık burada. Biri kız, biri erkek iki genç ve orta yaş bir bayandan oluşan üç kişilik muhtemel bir aile, ne müzik olursa olsun çok güzel folklorik bir gösteri sergiliyordu. O kadar uyumlu ve o kadar güzel yapıyorlardı ki bu işi, hayran olmamak mümkün değildi. Onlar ne zaman piste çıksa, herkes duruyor, hayranlıkla izliyordu. Daha sonra yanaştık, beğenimizi dile getirdik, sohbetimizde  genç kız ve oğlanın kardeş olduklarını, diğerinin ise anneleri olduğunu, Bulgar göçmeni olduklarını, bu dansın yöresel olduğunu, düğünlerde ve toplantılarda hep beraber oynandığını söylediler. Anne beni aldı, genç kız da bizim diğer ekibi, figürleri öğrettiler. O estetik, o çeviklik mümkün değil ama en azından figürlerin mantığını kapmak beni mutlu etmişti. Hatta unutmayayım diye odaya gittiğimde, daha sonraları da aklıma gelip fırsat buldukça kendi kendime figürleri tekrar ettim durdum, daha sonra başıma geleceklerden habersiz!
*

Turumuzun üçüncü günü oldukça erken kalktık, Batum’a gidişte sınırda kuyruğa yakalanmayıp çabuk giriş yapabilme amacıyla. Gerçekten de sorunsuz bir şekide, hemen hiç beklemeden girdik. TC kimlik numarasını içeren nüfus cüzdanlarının PVC kaplamalarının da sağlam olması, kıvrılmış, ayrılmış olmaması, ayrıca altı yaş üzerindeki çocuklarınkinde fotoğraf bulunması gerekiyordu. Sınırda sorun yaşamayalım diye bir gün önce kimliklerin neredeyse yarısının kaplamaları rehberimiz sayesinde yenilenmişti.
Evet, Batum’a gitme günüydü. Dedim ya, hiç de merak ettiğim bir yer değildi. Ama bütün Karadeniz turları Batum’a götürüyordu. Merak etmeye başladım. Batum, merak etmediğim kadar var mıydı?
Batum’un Gürcü dilinde adı “Batumi”. Türkiye’den Sarp sınır kapısından geçerek girdik. Köyün bizim taraftaki adı “Sarp”, hemen geçişteki Gürcü tarafındaki devamı ise “Sarpi”.
Para birimi “Lari”. Aklımda şöyle kaldı, “Lira”daki sesli harflerin yerini değiştirdik mi, oldu sana “Lari”. Bir Lari de 0,72- 0,74 Türk lirası ediyordu.

Batum, sınırdan geçer geçmez (Gürcü harfleri)


   Sınırdan geçtikten sonra, tüm tur boyunca olduğu gibi rehberimiz bizi bilgilendirmeye devam etti. Bu sefer konu Rus hakimiyeti, Bolşevik devrimi dahil Gürcistan tarihi, coğrafyası, iklimi, insanı ve Batum idi.  
Batum Sarp sınır kapısından otobüsle yaklaşık yarım saatlik mesafedeydi. Çoruh nehriyle karşılaştık bir ara. Dağlık bir bölgeydi. Hatta Karadeniz’de doğuya doğru gittikçe yükselirmiş dağlar.  Bizim Karadeniz yaylalarındaki gibi evlerin dağınık yerleşimi dikkat çekiyordu. Genelde iki katlı olurmuş evler, bahçelerinde de bağları bulunurmuş, evlerinde şarap da yaparlarmış, tatlı şarapmış yaptıkları. Ve eskiden Rusların meyve bahçesi imiş Gürcistan.
Yakın tarihi bilenler hatırlar, 2003 yılında  Gül devriminin gerçekleştiğini. Kanlı bir devrim değil bu. Avrupa mantıklı ve Avrupa destekli hükümet görevi üstlenen.  Avrupa birliği de çok destek vermiş Gürcistan’a, maddi olarak da. Batum’da da Avrupa mimarisi örnek alınarak yeni yapılar, meydanlar oluşturulmuş. 2006 yılında Neptün Meydanı, 2007’de ise  Avrupa meydanı yapılmış. Batum yazın önemli bir tatil beldesi imiş, sıcaklık 39 derece santigrad, nem %80 kadar olurmuş.
Bu bilgilerle donanırken Batum’a geldik ve biraz da yürüyerek devam etti gezimiz. Hava yağışlı, kimimiz şemsiyeler, kimimiz kapşonlarla rehberimizin ardından yürüyor, birşeyler duymaya, birşeyler anlamaya, birşeyler görmeye ve zor da olsa fotoğraflamaya çalışıyorduk.
Önce Osmanlı’dan kalan tek yapı olan Orta cami’ni gördük. Detaylarda daha çok Gürcü  motifleri hissediliyordu Orta Camide. Peşine, oteli, kafeleri, saat kulesi ile Piazza Meydanı’na geldik. Güzel ve nezih görüntüde, özenle tamamlanmış yapılar vardı, ama soğuktu, hayat da yoktu, bomboştu. Hemen yakındaki Aziz Nikolas Kilisesi’ni ziyaret ettikten sonrası,  Avrupa Meydanı’na yöneldik. Astronomi saati dahil Avrupa mimarisi örnek alınarak yapılan binalar ve Medea Heykeli başrollerdeydi. Medea Heykelinin hikayesini dinledim dinlemesine ama mitoloji benzeri hikayeler pek ilgi odağım olmadığından geçip gidiyor kafamdan, belki de hiç girmiyor aklıma.. Buradan da arkada gösterişli Tiyatro binasının ve ortada Poseidon (Neptün) Heykeli’nin bulunduğu Tiyatro Meydanı’na yöneldik. Balkonları kimi sarı, kimi kırmızı, kimi ise mavi pvc benzeri maddelerle kaplanmış olan eski binalar, ortadaki gösterişli yapılara iyi bir fon oluşturmuştu.

Batum’da Osmanlı’dan kalan tek cami olan Orta camii’nin  kapısı

Batum’da Osmanlı’dan kalan tek cami olan Orta camii’nin  tavanı

Batum, Piazza Meydanı

Batum, Avrupa Meydanı

Batum, Avrupa Meydanı
Batum, Tiyatro Meydanındaki Poseidon Heykeli

Batum, Tiyatro Meydanındaki Tiyatro binası

 Evet. Artık yürüyüş bitmiş, sıra tekrar otobüsümüze binerek Batum Botanik Bahçesine gitmeye gelmişti. Onbeş-yirmi dakika sürmüştür yolculuğumuz. Karadeniz kıyısındaki Botanik bahçesinde, yukarılarda bir yerde indik otobüsümüzden ve yaklaşık bir buçuk saatlik yürüyüşle bizi aşağıdaki kapıda beklemekte olan otobüsümüze ulaştık. El ile hazırlanan dünyanın en büyük botanik bahçelerinden biriymiş Batum Botanik Bahçesi. 19. Yüzyıl sonlarında yapılmaya başlanmış, 20. yüzyılın başlarında ise tamamlanmış. Biz çok az bir bölümünü gezdik anladığım kadarı ile. Tümünü gezmek bir hafta sürermiş. Yani biz sadece şöyle bir bakıp çıkmışız. Sonradan broşürünü inceledim de yok yok gibi görünüyor. Güney Amerika, Kuzey Amerika, Yeni Zelanda, Avustralya, Himalaya, Meksika, Doğu Asya bölümleri, Gül bahçeleri, üretim çiftlikleri ve  fidanlıkları barındırıyor bünyesinde.

Batum, Botanik Bahçesi, Karadeniz kıyısı

Batum, Botanik Bahçesi

Batum, Botanik Bahçesi


Sırada Batum’daki öğle yemeğimiz vardı. Gürcü yemeklerini de tadabileceğimiz bir Türk işletmesine gidecektik. Mercimek çorbası, aşina olduğumuz çeşitli sıcak-soğuk yemeklerin ve bol bol hurma meyvesinin yanı sıra, Gürcü yemeği olan Haçapuri (Khacapuri) ve Hinkali (Khinkali) ile de tanıştık. Haçapuri bir çeşit peynirli pide, bizim ekibin damak tadına pek uydu. Ama hinkari dedikleri köfte büyüklüğündeki irice mantıyı pek sevmedik.  Asıl favorimiz ise “limonat” dedikleri armut gazozu oldu.

Batum, Armut Gazozu 
  
Yemek sonrası iki saate yakın bir serbest zamanımız vardı. Sahile paralel Batum bulvarında gezmemiz önerilse de, yağmur ve yorgunluk bizim için caydırıcı oldu. Piazza meydanına geri döndük, sabahki gibi boş ve halen ruhsuzdu. “Cafe la Brioche”da tek müşteri olarak oturup, birşeyler içerek dinlendik, vakit öldürdük. Yürüyerek ve etrafı fotoğraflayarak otobüsümüze geri döndük.

Yürüyüş yolumuzda sahile doğru görüntü, Batum

Otobüsle hareket ettikten sonra rehberimiz bizi bilgilendirmeye devam ediyordu. Gazetede okumuştum, “Ters Restoran” diye... Bir de baktım o. Şaşırdım. Batum’da olduğunu bilmiyordum. “White Restaurant” imiş adı.. Otobüsten pek güzel fotoğraflayamasam da, tam gider ayak onun dışını da görmüş olduk. Önceden bilsem içini de görmek isteyebilirdim.
Teknik Üniversite binası ve detayları her yerden dikkati çekiyordu. Uzaktan gördüğümüz diğer yapıların başlıcaları Aşk heykeli (Ali ve Nino), üzerinde Gürcü harflerinin yer aldığı Alfabe kulesi, Dönme dolap idi. Kumar turizmine de ağırlık verilmiş Batum’da... Yeni yapılmış ve halen yapılmakta olan büyük oteller de dikkatten kaçmıyordu.

Teknik Üniversite binası, Batum
Alfabe kulesi, Batum

Otobüsten gördüğümüz ters restoranın dışı, Batum
                              
                                                                                  
Gelelim şu Batum konusuna. Merak edilmeli mi, edilmemeli mi? “Etkilenmedim” diyemem. Ama şu anda aynı etki altında değilim. Şöyle bir görmüş olduk en azından, özet bir şekide de bilgilendik. Belli ki görsel olarak on yıl önce farklıydı, on yıl sonra da farklı olacak. Ama özü, halkın refahı, mutluluğu ne olur bilemem?
Batum sonrası uzun bir yolculuktan sonra Zigana vadisi’ndeki Zigana Yaylakent otelimize geldik. Gece yine canlı müzik. Popüler müzik kültürüm artmaya başlamıştı. Yemekler ise daha önceki otellerdeki gibiydi. Dördüncü kez mercimek çorbası. Bana güzel. Peşine de çay. Hem de şömine başında. Gel keyfim gel! Bungalovlarda konakladık. Odamızın konumu muhteşemdi. Bunu sabah uyanıp da etrafa baktığımda daha iyi anladım.
Seyahatlerde gün boyu gezip akşam odaya girince, şöyle bir ayaklarımı uzatınca canım ne ister? Çay. Büyük otellerde çay-kahve makinası ve poşetlerde çay-kahve vardır. Burada da canımın çay isteyeceği, ama odada çay makinasının olmayacağını bildiğimden yola çıkmadan önce bizim ekibe tembihledim, “Su kaynatma aletiniz varsa getirin, ben de çay alıyorum” diye. Tam teşkilat gittik yani. Aman çaysız kalmayalım! Tarihe geçebiliriz! Karadeniz’e gidip de çaysız kalmaktan korkan yerli turist! Odalarda çay ya da çay makinası yoktu tabii. Ama gün boyunca ve akşam yemeğinden sonra çaya doymuş oluyordunuz. Odaya girdiğinizde zaten ne çay içecek yeriniz, ne de haliniz oluyordu. Sebil gibi çay vardı her yerde özetle. Bir çoğu o kacaman elektrikli makinalar. Bunlara “çay sebili” dense ne güzel olur diye düşündüm, sonra aklıma geldi, yazdım Google’a. Onlara zaten “çay sebili” deniyormuş. Böylelikle bu makinaların isim annesi olma fırsatını da kaçırmış oldum..

Çay sebili

*

 Turumuzun dördüncü ve son günü. Erkenden uyandım. Bungalovdan önce kafamı, sonra kendimi çıkardım. Önce uzaklara, sonra yakına, sonra tekrar uzaklara baktım. Mis gibi havayı ciğerlerime çektim, bir daha çektim. İçeri girip fotoğraf makinamı aldım. Kadraja sığacak gibi değil, ama bana bu güzelliği hatırlatsın diye fotoğraf çektim de çektim. Aşağı yukarı dolandım. Ekip uyanınca birlikte de benzer şeyler yaptık. Ne yazık ki valizlerimizi toparlayıp, odamızın kapısına bırakma ve ayrılma zamanı yaklaşmıştı. Kesinlikle gelip, bir kaç gün kalınacak yerlerden birisi. Doyamadım.

Zigana, Yaylakent Oteli’nden manzara

Zigana, Yaylakent Oteli
                                                
Kahvaltı sonrası kısa bir yolculuktan sonra yolda Hamsiköy sütlacı yemek için mola verdik. Normalde sütlaçla pek aram olmasa da gittiğim yerlerin ünlü yemeklerini mutlaka tadarım. Evet, Hamsiköy sütlacı yedim, ama buranın dışında yediklerime üstünlüğünü ben fark edemedim.
Hamsiköy’deki hamsi, arapçadaki “hamse”, yani “beş” sözcüğünden gelirmiş, beş tane köyün birleştiği yermiş. Orada da bir fotoğraf molamız oldu. Rehberimizin sözü vardı. Yolda bize Karadeniz türküleri söyledi. Kültür gezisi yaparken yöresel müzikleri dinlemeyi de ayrı severim demiştim.  Hele böyle canlı canlı çok güzel. Bilenler lütfen melodisi ile okusun:  “Ben seni sevduğumu da dünyalara bildirdum, Ben seni sevduğumu da dünyalara bildirdum,  Endurdin kaşlaruni, endurdin kaşlaruni,  Babani, Babani  mi öldürdum?...”
Programda Zigana tüneli vardı. Aklımda hep Zigana geçidi yer yapmış.  Dağların arasından, dar bir geçitten geçeceğiz, çok etkileneceğiz diye düşünürken, meğer o geçit mazide kalmış, çoktan tünel açılmış ve biz Zigana’da geçitten değil, tünelden geçtik. 1795 m rakımda, 1702 m uzunluğundaki tünel. Trabzon’u Gümüşhane’ye bağlıyor, Karadeniz’den  Doğu Anadolu’ya geçiş yolu yani. Girmeden hemen öncesi de tünelin önünde topluca bir fotoğraf molamız oldu.
Daha sonraki durağımız Maçka idi. Bu, Rumca adıymış, Osmanlı’da Cevizlik deniyormuş. Okuma-yazma oranı yüksek olan bu ilçede fındık ve kivi tarımının yanı sıra, önemli bir geçim kaynağı da turizm imiş. Kayalık bir bölge. Dar yollardan çevre ve manastıra turist taşıma amaçlı minibüscülük oldukça yaygın.  Kamp karavan turizmi de mevcutmuş öğrendiğime göre.
Artık Sümela Manastırı görme zamanı gelmişti. Önce “Vadi” diye adlandırılan yere geldik. Buradan itibaren otobüslerin gitmesi mümkün değil. Tabela Sümela manastırını yürüyerek 1200 m olarak gösteriyordu. Biz yine minibüslere dağıldık, minibüslerle biraz daha yukarı çıkarak yürüme mesafesini 300 m. ye düşürmüş olduk. Ama arada inerek bir fotoğraf molası da mümkün oldu. Aman Tanrım! Ne manzara! Ne manzara! Altındere Milli Parkı. Vahşi, ürkütücü, ama çok güzel.
Yaklaşık 1500 yıl önce iki kuzen keşişin kurmuş olduğu Sümela manastırı da Altındere milli parkında, Karadağ eteklerinde yer almakta. Manastıra geldiğimizde ana kaya kilisesi, şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ve kutsal ayazma bölümlerinin olduğunu gördük.  Yapılış hikayesini, fresklerin hikayesini dinledik. Ama o ne rezalet! Kimbilir kaç yıl başı boş bırakılmış ki, o değerli tarihi yapıların üzerine çizikler, yazılar... Şimdi de “flaşlı fotoğraf çekmeyin, fresklere zarar verir” deniyor. Geçmiş olsun! Doğadan ayrı, o manastırın oraya yapılmasından ayrı, zaman içinde rezil edilmesinden ayrı ayrı etkilenmiş olarak, karışık duygularla ayrıldık.

Sümela Manastırı, Trabzon

Sümela manastırı freskleri (Aman dikkat! Flaş kullanmayın. Freskler zarar görüyor)

Öğle yemeği vakti gelmişti. Bu sefer Akçaabat’a, Akçaabat köftesi için deniz kıyısındaki Metin Restorana gittik. Deniz kıyısında yorgunluğumuzu atarak, gerçekten çok lezzetli köftelerimizi yedik. Her yemekte olduğu gibi burada da turşu kavurma vardı, fasulye değil de lahana, domates karışık turşu kavurma. Ayrıca piyaz ve baklava.
Bu moladan sonra Kazaziye atölyesi ve satış mağazasına gittik. Trabzon’a özgü kazaziye, hasır, telkari sanatlarını görme ve isteyenler için satın alma fırsatı oldu.
Daha sonra da hemen bitişiğindeki Ayasofya müzesi idi uğrak yerimiz. Zamanında kilise olarak yapılmış, Osmanlılarda cami olarak kullanılmış, yirminci yüzyıl ortalarında müzeye dönüştürülmüş, ve geçen yıl da tekrar cami olarak kullanıma açılmış. Güzelliği ile bahçesi hoş bir fon yarattığı için de gelinler-damatlar burada fotoğraf çektiriyorlardı.

Trabzon, Ayasofya Müzesi

Trabzon, Ayasofya Müzesi


Bir sonraki durak Atatürk köşkü olacaktı, ancak bayram nedeniyle erken kapandığı, belki de Ayasofya’da biraz fazla oyalandığımız için yetişemedik.
Gezimizin bitmesine az zaman kalmıştı. Havalimanına yönlenmeden önce Trabzon Meydan Park'ta serbest zamanımız oldu. İsteyenler alışveriş yaptı, biz ise yağmurdan korunarak çaylarımızı içtik. Karadeniz’de son yudum çaylar.  Gönül isterdi yaylarda daha uzun kalmayı, yayla şenliklerine katılmayı, Artvin ve dolaylarının da doğal güzelliklerini yaşamayı ve daha uzun zaman geçirmeyi.. Ama bu seferlik bu kadardı. Program bitmişti. Sonra ver elini havalimanı. Ver elini İstanbul...

Hayır hayır bitmedi...

İstanbul’a döndükten birkaç gün sonra dizimin altında bir ağrı. Geçer diye sabrettim 12-13 gün, geçmedi. Üstelik aynı sıkıntı sadece bende değil. Meğer kaval kemiğimizde stres kırığı oluşmuş. Bence, gerilme ve zorlamaya bağlı. Gitmeden önce uyarı almıştık, ona kulak asmadık. Hadi yaylaları, tepeleri tırmandık, indik onu anlıyorum da, folklör bizim neyimize? Ellisinden sonra... Çok uzun uzun yazmam ondandır, hazır evde bacağı hasarladım, oturuyorum, vakit bol! Size de keyifli okumalar olsun.
 “Bir Karadeniz’e gittiniz burnunuzdan geldi” diyorlar... Yoo... Hiç de öyle olmadı! Yine giderim. Giderim ama haddimi de bilirim! Çünkü KARADENİZ’E GİDİLMELİ, hatta bir daha GİDİLMELİ...

     DİLER COŞKUN


Gezi öncesi harita üzerinde tarafımdan işaretlenmiş yerler (Yazıyı okuyanlara Google Earth ile ortak armağanımızdır)

NOT: 3-6 Ekim 2014 tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz bu tur için, Tatil Sepetine, acentamız Jolly Tur’a, tam bir profesyonel olduğunu kanıtlamış olan rehberlerimiz Hatice Yamalı’ya, güler yüzlü, pozitif enerjili yardımcı rehberimiz  Büşra Metin’e ve şoförümüz Çağlayan Kaya’ya teşekkürlerimle...