Yaz geldi. Deniz mevsimi açıldı. Haydi,
hazırlanın bakalım, Mavi Tur’a çıkıyoruz. Gökova Körfezi’nde tekne ile altı
gün.
İlk Mavi Tur’umuz olacak bu sizinle.
Bizim de ilk Mavi Tur’umuzdu. Dokuz metrelik
bir tekne, deniz aşığı bir adam ve üç mecburcu; onbeş yaşında bir erkek evlat, on yaşında bir kız
evlat ve ben. Sizi de davet
ediyorum bu altı yıl önce ailece yaptığımız
ilk Mavi Tur’a.
Dokuz metrelik bir tekne diyorum, sizin
için ne ifade ediyor bilmiyorum. Ben de pek anlamazdım bu işlerden ama, 2005
yılında Bodrum-Yalıkavak’tan ev alınca, eşim öncelikli olarak balık tutmak için
daha küçük, yedi metrelik bir tekne almış, onunla günü birlik gezilerimiz
olmuştu.
Biz katılmasak da o her hafta sonu balığa
çıkar, az az tuttuğu balıkları temizler, buzluğa atar, biraz birikince de
yerdik. Bazen de takılırdık ona, “Bütün yaz tuttuğun balıkları, bir kerede
yedik” diye... Ama yalan! Tam üç akşam yemeği ziyafetimiz oldu bu
balıklarla! Hem de çok güzel vesile oldu bir araya gelmemiz için dost ve
akrabalarla...
Biraz öğrenince bu işleri, büyütmek
kaçınılmaz!
Biraz daha büyüğüne talip oldu eşim de
2009 yılında. Bu oydu işte, dokuz metre olan. Çoluk çocuk hep beraber görmeye
gitmiştik Şubat tatilinde, Marmaris Bozburun’a. Hem keyifli bir gezi olmuştu
bizim için, hem de pek beğenmiştik doğrusu; dışı bembeyaz fiber, döşemeler açık
gri, tertemiz. Adını eşim koydu, “Dolphin”, “Yunus” yani. Hiç tereddütsüz koydu
bu ismi, önceden çok hayal etmiş, planlamış, kararını çoktan vermişti sanki.
Yaz geldi. Arada günübirlik
kullanmalarımız devam etse de, bir de “Mavi
Tur” planlandı, Gökova Körfezine. Eşimden başka öyle uzun uzun denizde kalmaya
hevesli kimse yoktu aramızda, ama aile birlik ve beraberliğini bozmayalım
dedik. Geziyi sempatik kılacak, elemanları heveslendirecek faktörler bulmaya
çalışıyorduk karı-koca.
İlk sevimli hareket eşimden geldi.
Hepimize ayrı şıklıkta, ayrı güzel renklerde birer çift tokyo almıştı teknenin
içinde giymek için. Bir yandan da tekne kurallarını hatırlatıyordu alttan alta,
“Ayakkabıyla girilmez tekneye”.
Gerçekten sevimli bir giriş olmuştu. Ayrıca
tekne pırıl pırıl tertemiz ve en ince ayrıntı ile donanmış durumdaydı her zaman.
Evi otel gibi kullanan, misafir gibi girip çıkan eşim pire gibiydi teknenin
içinde. Bize hiç iş bırakmıyor, arı gibi çalışıp duruyordu.
Ben bir tavla aldım hediye olarak. Ama o
dönemde, o yaşta çocukları olanlar için teknenin vazgeçilmezi ne biliyor
musunuz? Laptop. “Laptop” diyorum, çünlü akıllı telefon, tablet girmemişti
henüz hayatımıza. O yaz, teknolojik olarak
bir 3G’ye geçiş muhabbeti olduğunu hatırlıyorum sadece.
Yiyecek-içecek
depolandı. Unutulan bir şey yoktu. “Ah keşke şunu da almış olsaydık” dediğimiz hiç
bir şey olmadı sonradan. Elimizdeki imkanlar dahilinde en iyisini yapmıştık. Benim
yaptığım en büyük iş ise aklıma gelebilen ilaç ve basit tıbbi malzemeleri
almaktı.
Teknenin
güvertesi muhteşemdi. En çok benim kullandığım yerdi güverte. Havlumu atıp,
güneşin altında uygun dozda kalmak, kitap okumak, etrafı seyretmek ve benim
olmazsa olmazlarımdan olan fotoğraf çekmek için müthiş bir ortamdı.
Seyir
sırasında oturduğumuz, bazen de uzandığımız koltuklar, yemek yeme ortamımız da
gayet iyiydi.
Yatmaya gelince...
İki kişilik yatacak bir yatak vardı alt
katta. Alt kat yanlış bir terim olabilir, “kamara” da denir mi bilemediğim için
öyle söyledim. Evet evet, orası kamaraydı ve tek kamarası vardı teknenin. Bu
iki kişilik yatağın karşısında, bir de iki inceden insanın girebileceği, neredeyse
tomografi cihazı gibi bir yer. Yandan içine girererek yatacağınız, dipye yatan
kişininki biraz daha yüksek olsa da, girişte yatan için, yattığınız taban ve
tavan arası en fazla 50 cm olan bir ortam. Keşke ölçseymişim, ama inanın o
civarda birşeyler, öyle kıpırdamak, sağa sola fıldır fıldır dönmek yok...
Asıl yatağı, yani başta olanı erkekler
aldı. Tabii, tomografi cihazı da biz kızlara kaldı. Erkeklerin avantajı,
bulundukları ortamda ayağa kalkabiliyor ve sağa-sola dönebiliyor olmalarıydı, ama
taban girintili-çıkıntılı ve rahatsızdı. Biz kızların avantajı ise dümdüz bir
zemin, sertti ama önemli değil, dezavantajı ise... malum, tomografi cihazı!
Mini bir buzdolabı vardı, ama yemek
pişirecek ocak yoktu. O yüzden tamamen denizde olduğumuz günler sabah, öğle ve
akşam yemeklerinde Fiks menüye sahiptik: Peynir, zeytin, reçel, domates,
salatalık, sivri biber, jambon ve panini ekmek. Neden panini onu düşünüyorum! Sanki büyük büyük dedemiz İtalyandı, ya da diğer ekmeklere kıran girmişti. Ya
da daha uzun dayanabilir tipi vardı belki de... Bir de bol bol su, gazlı içecek
ve meyve suyu. Aralarda da atıştırmalık olarak kuru yemiş ve cips. Annenin-babanın
da hayırlısı! Evlatlara yaranabilmek için her türlü muzur yiyeceği de almıştık
tekneye.
Eşim aile efradına bu işi sevdirmek,
sevdirmeyi bırakın, ilk etapta bezdirmemek için her türlü tedbiri almıştı. Önce
yedi günden altı güne düşürüldü süre. Ayrıca bu süre içinde hep teknenin içinde
kalınmayacaktı. Gün boyu o koy senin, bu koy benim dolansak da, bazı akşamlar
karaya çıkıp, önceden ayarlanan tesislerde kalınacaktı. Böylece “Mavi Tur”,
mavi turluktan çıkmaya başlıyordu yavaş yavaş, ama bu da “Bizim Mavi Turumuz”du
işte!
Ve evet. Temmuzun sonlarıydı. Haydi
bakalım. Gün be gün nerelere gittik, neler yaptık, fotoğraflarla canlandıralım anıları...
*
Birinci
gün
Saat 7.30’da ayrıldık Yalıkavak Marina’dan. Dalgaya
yakalanmamak için erken yola çıkmak gerekiyormuş, öyle diyordu eşim. Ama yine
de vardı biraz dalga. Bu ilk olduğu için hafif dalga bile bize, yani kızlara,
çok geliyordu. Arada duyulan cıyaklamalar ondandı.
Eşim
dışında tekne kullanma konusunda en hevesli oğlumdu. Bizdeki cıyaklamaların en
yoğun duyulduğu dönem de, onun dümende olduğu dönemdi.
Biraz
ısınalım, sevelim bu işi diye dümeni
kızıma ve bana da veriyorlardı arada. Hem
kendimizi tekne kullanıyor zannediyor, hem de oyalanıyorduk. Dalgada dümeni elinize
alınca, otururken olduğu gibi etkilemiyor sizi, bu da iyi bir taktikti aslında.
Başkası kullanırken biraz zıplasanız cıyaklıyorsunuz ama siz dümendeyken pür
dikkat, “doğru gideyim, zıplatmayayım” diye elinizden geleni yapıyor, hatta ters
bir harekette de mahcub oluyorsunuz.
Yalıkavak Marina’dan ayrılış |
Bu arada, boş kaldıkça dümende olan herkesin
ayrı ayrı fotoğrafını çekmeye çalışıyordum. Tekne kullanıyoruz ya, bir
fotoğrafımız da olsun artık. Deseler “Al bunu çıkar limandan, gez, geri getir...”
... N’olur acaba?
Evet, bu ilk günde planlanan ilk koya kadar yaklaşık iki buçuk saat sürdü yolculuğumuz. Dalgalar...
Fotoğraf... Bir sen kullan... Bir ben... derken, “Yaklaşıyoruz” dedi eşim ve
aldı dümeni... Kesti hızı...
Vee... Bir anda kesiliverdi dalgalar...
Müthiş bir sessizlik... Benim anlatmayı becerebileceğim gibi değil. Küçük bir
koy, mavi-yeşil nasıl berrak bir deniz, etraf yemyeşil çam ağaçları, mis gibi
bir hava ve evet ısrar ediyorum müthiş bir sakinlik ve sessizlik. Burası Armonika.
Turumuzun ilk kahvaltısını yaptığımız ve
yüzmenin tadına vardığımız ilk yerdi Armonika. Saatlerce kaldık. Herşeye değmişti burayı görmek. Ve ben anladım “Mavi Tur” ne demek! Karadan asla
gelemeyeceğimiz ve göremeyeceğimiz ilk yerdi burası.
Armonika Koyu |
Çok koylar gezdik, daha sonraki yıllarda
da. Ama Armonika, Gökova Körfezi’nde en favori yerim olarak kaldı benim hep.
Gördüğünüz fotoğraflara aldanmayın,
“Ayy, burası mıymış?” da demeyin. Ben kadraja 360 dereceyi, tüm doğallığı ile
tüm renkleri, mis gibi havayı, sessizliği, dinginliği sığdıramam. Sınırlıdır
size gösterebileceklerim ve ifade edebileceklerim. Bazen öyle fotoğraflar
vardır ki, muhteşem, ama çok küçük bir ayrıntısıdır gerçeğin. Bazen de öyle
fotoğraflar görürsünüz ki, yetersiz, ifadesiz... Hele de benim gibi bir
amatörden gelmişse...
O gün içinde Büyük Çatı, Küçük Çatı
olarak adlandırılan iki koya daha gittik.
Bizden başka balıkçı tekneleri vardı Büyük
Çatı’da.
Küçük Çatı ise yine yüzme molası
verdiğimiz yerdi. Yine çam ağaçları, yine masmavi deniz. Yeşil ve mavi yan yana
ne de hoş oluyor!
Eşim bir deniz aşığıdır, ben de yeşil.
Ama ikisi yan yana çok daha güzel, çok daha anlamlı. Pek hoş tamamlıyorlar
birbirlerini. Sadece görsel olarak değil bu tamamlama, soluduğunuz hava da
farklılaşıyor, denizin güzel kokusuna karışmış çam kokusu ve daha da artmış
oksijen ile. Kim bilir, belki de bana öyle geliyor. Kim bilir, belki bunun da
ötesinde bir şeyler...
Büyük Çatı |
Küçük Çatı |
Küçük Çatı |
O gece teknede kalmayacaktık. Eşim, Amazon’daki “Club Amazon”u ayarlamıştı. Amazon, Koy’un adı. “Club Amazon” da
kalacağımız tesis. 20 yıl önce bir kaç yıllık evliyken gelmiştik buraya, kara
yolundan, günübirlik. Marmaris’ten Datça’ya giderken ayrılan bir yolla ulaşıyorsunuz.
Çok da cazip değil kara yolu, ama en azından ulaştırıyor sizi.
Bu seferki plan iki gece konaklama
şeklinde idi. Deniz sığlaşıyor burada, tekne ile daha fazla ilerlememiz mümkün
değil. Uygun bir yere demirledik, küçük bir motorla gelip aldılar bizi. Yine
etrafı çamlarla bezenmiş sakin mi sakin bir deniz, ve bu denizi yara yara ilerledik
tesisin bulunduğu yere doğru...
Amazon’da demirlemiş "Dolphin" |
Bungalovlar var burada, tüm ailenin bir
arada kalmasına uygun bungalov ise sadece iki tane idi. Kral ve Kraliçe. Biz
Kral dairesinde (!) kaldık. Kapıdaki kralın resmi de bir sempati katıyordu
olaya.
“Club Amazon” Kral dairemiz |
“Club Amazon” Kral dairemiz |
İlk gün güzel bir akşam yemeği yedik
“Club Amazon”da. Yattığımız yeri de pek beğendik doğrusu. Deniz biraz yoruyor,
temiz hava da çarpıyor insanı...
*
İkinci
gün
Restoranın tavanında üzüm asmaları,
ayağımızın dibinde dolaşan tavuklar... Güzel bir kahvaltı yaptık, güzel bir
ortamda. Peşine de ormanda yürüyüş... dinlenme... hamak keyfi... sohbet...
Club Amazon, restoranın tavanı |
Club Amazon, restoranın tabanı |
Gün boyu Amazon Club’daydık, geceleme de oradaydı. Sakin bir deniz, kanolar ve müthiş ev yemekleri de gelmeli akla “Club Amazon” deyince.
Amazon, Ormanda yürüyüş, sakin deniz |
Amazon, Ormanda yürüyüş sırasında |
Amazon’da kanolar |
*
Üçüncü
gün
Yine güzel bir kahvaltı sonrası ayrıldık
Amazon’dan. Eşim önceden çalıştığı ve bildiği koylara götürüyordu bizi.
Bekar
Koyu’na gittik önce, biraz yüzme,
biraz dinlenme... Balıkçı teknelerini seyretme, onların yaşamlarını anlamaya
çalışma, manzara, fotoğraf derken geçti zaman.
Bekar koyu |
Bekar koyu, Balıkçı tekneleri |
Uzun
limana uğradık sonrasında. Gerçekten
ince uzun bir koy burası, ama yer yer sığlıklar nedeniyle cesaret edemedik en
ucuna kadar gitmeye.
Daha sonra da Küfre’ye geldik.
Zor
olan “kıçtan kara”, biliyor musunuz? Lütfen yanlış anlamayın. Bu teknenin arka
kısmıdır denizcilikte. Ve ilk öğrenilen konudur teknenin yönleri: Baş, Kıç,
Sancak (sağ), İskele (sol).
Evet, “kıçtan kara” diyordum. “Zor”
diyordum. Özellikle de yardımcınız yoksa. Allahtan oğlum vardı. Önce geri geri
yanaşıyordu karaya doğru eşim, sonra öndeki çapayı bırakıyor, çapa denizin
dibine tutununca, oğlum dümene geçiyordu. Eşim ise kıçtan halatı alıp, aça aça
yüzüyor, halatın serbest ucu elinde karaya çıkıyor, bir kaya parçası veya ağaca
bağlıyor, sonra da yüze yüze geri dönüyordu. Üşenmeden, büyük bir azimle ve her
koyda.
Bu arada oğlum da aldığı komutlara göre
bazen ileri, bazen geri, bazen de sağa veya sola ufak manevralarla hareket
ettirerek, yardımcı oluyordu teknenin sabitlenmesine. Ben ise anlamaya
çalışıyordum olanları, halatın motora dolanmamasına dikkat ederek ve “Ay.. Dikkat
et, Tamam mı, Oldu mu?” şeklindeki desteklerimi de esirgemeyerek...
Koydan ayrılırken de terse sarıyorduk
aynı filmi.
Küfre. İşte ilk fiks menü akşam
yemeğimiz ve teknede ilk gecelememiz burada oldu. Yıldızların altında yanımızda
getirdiğimiz filmlerden birini izledik, “laptop”ta, küçücük ekranı hepimizin
görmesi için de arkayı dörtleyerek...
*
Dördüncü
gün
Erkenden uyandık, erkenden geldik Çanak Koyu’na. Bir önceki akşam yemeği
ile aynı olan kahvaltımızı yaptık. Peşine yüzme... dinlenme... Kafayı boşaltmak
için buralardan daha güzel yerler olabilir mi acaba?
Ardından Tuzla koyunda demirledik iki
yerde; Fener ve Adalı koy. Yine yüzme... yine dinlenme...
Geceleme bu sefer Löngöz’de... Akşam yemeği, yıldızların altında bir film derken...
bir günü daha bitirdik.
Löngöz, akşam üzeri |
*
Tabii ki Sadun Boro’dan. 1965-68
yıllarında 11 metrelik yelkenlisi ile Dünyayı dolaşan ilk Türk Denizcisi olan Sadun
Boro’dan.
Ne zaman ki anladım eşim bir deniz aşığı
ve Sadun Boro onun İdol’ü, o zaman almıştım ona Sadun Boro’nun tüm kitaplarını.
İşte “Vira Demir” adlı kitabıydı eşimin yararlandığı. İstanbul’dan Antalya’ya
kadarki kıyılarımız, koordinatları dahil, tüm özellikleriyle adım adım işlenmişti
bu kitaba. İnanılmaz bir emek, inanılmaz bir
rehber!
*
Beşinci
gün
Sabah herkesten önce uyandığımı
hatırlıyorum Löngöz’de. Çarşaf gibi bir denizde ördeklerin yüzmekte olduğunu gördüm.
Deniz nasıl bu kadar dümdüz, nasıl bu kadar berrak olabilirdi?
Löngöz, sabah |
Löngöz, sabah |
Herkes uyanınca önce Ballısu Koyu’na gittik. Yüzme molası.
Peşine ise Okluk Koyu.
Sadun Boro’ya göre “Gökova Dünyanın Cenneti, Okluk
Koyu ise Gökova’nın İncisi”.
Düşünüyorum. Tüm dünyayı dolaşmış bir
denizci “Gökova’nın dünyanın cenneti olduğunu” vurguluyor. Ne şanslıyız ki
Cennet’teyiz. Ama farkında mıyız acaba?
Okluk koyuna girişte bir Denizkızı heykeli var. Hem bu heykelin,
hem de bu denizkızının hikayesini anlatmış Sadun Boro Vira Demir’de.
Teknesini ve kendisini yıllarca
koylarında ağırlayan, bu çok sevdiği Gökova körfezine bir armağan vermek
istermiş ve gönlünde de bir deniz kızı yatarmış. Yıllarca uğraşmış ve
nihayetinde ünlü heykeltraşımız Tankut Öktem yetişmiş imdadına, ve Tankut Öktem’in usta ellerinde vücut bulmuş bu
güzel denizkızı. 1995 yılında da Okluk koyu’nun girişindeki bu kayanın üzerine
yerleştirmişler onu.
Ve heykelin altında da denizkızının hikayesi
yazıyor kısaca, Sadun Boro’nun kaleminden: “Bu
denizkızı düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için, nice engin denizler,
ufuklar aştı... Kıtalar, adalar, koylar dolaştı... Ta ki Gökova’ya ulaşana
kadar...”
Ve sonra ekliyor kitabında, “Bu denizkızı, Tanrı’nın bizlere emanet
ettiği, bu Dünya cenneti Gökova’yı, bozmadığımız, yakmadığımız, kirletmeyip
aynen koruduğumuz için aramızda yaşamaya söz verdi. Temennimiz odur ki,
Denizkızı’nı bir gün gene yollara düşmeye mecbur etmeyelim.”
Ve ben farkediyorum, Sadun Boro’nun müthiş bir denizci, müthiş bir yazar olmasının yanında müthiş bir de çevreci olduğunu... Ve
yıllar içinde daha da iyi anlıyorum güzel denizlerimizin, koylarımızın,
koylarımızı süsleyen güzel ormanlarımızın korunması için ne kadar uğraş
verdiğini...
Okluk Koyunun girişi, Denizkızı heykeli |
Okluk Koyunun girişi, Denizkızı heykeli |
Dolphin’in penceresinden “Okluk Koyu” |
Evet. Rüzgardan etkilenmeyen sakin bölge
imiş Okluk koyu, yaz kış teknenizi bırakabileceğiniz.
Burada iskele, lokanta ve market var. İskeleye
yanaşıp, indik tekneden. Yemeklerimizi ısmarladık. İki gün her öğün kahvaltılıklardan
sonra çok iyi gelecekti bu zeytinyağlılar.
Okluk koyu, restoran |
“Kısmet” diye heyecanla seslendi eşim, “Kısmet burada”. Sadun Boro’nun teknesiydi bahsettiği, dünyayı dolaştığı teknesi “Kısmet”. “Nereden tanıdı?” diye şaşırdım önce, hatta benzetiyor mu diye de şüphelendim biraz, ama iskeleden ayrılırken geçtik yanından da adını okuyunca tam anlamıyla ikna oldum. Muhtemel eşim biliyordu buralarda olabileceğini, arıyordu gözleri...
Kısmet, Okluk koyu |
Öğle yemeğimizi yedik, dinlendik ve
ayrıldık Okluk Koyu’ndan, Kısmet’in yanından geçerek, yakından inceleyerek.
Evet, Kısmet buradaydı.
Kısmet, Okluk koyu |
Kısmet |
1965-68 yılları arasında Kısmet ile yapılan ve 2 yıl 10 ay süren Dünya seyahati, “Pupa Yelken” adlı kitabında yer almakta Sadun Boro’nun. Daha sonra, 1977-79 yıllarında da, Atlantik’i tekrar geçerek Doğu Amerika kıyılarını gezmişler ailece Kısmet ile. 2 yıl 3 ay süren bu seyahatleri de “Fora Yelken” adlı kitabında. Belli oldu, galiba ben bu yaz bu kitapları okuyacağım.
Onbir metrelik bir yelkenli Kısmet. Benim
hala aklım almıyor dünyayı nasıl dolaştığına. Hem de 50 yıl önce, o zamanın
teknolojisi ile, bir pusula, bir harita muhtemelen. Bu müthiş bir aşk, müthiş
bir tutku, ayrıca müthiş bir denizcilik bilgisi ve azmi gerektirir. Evet, evet,
bu yaz okumalıyım bu kitapları!
Bana göre de dünyayı dolaşmak muhteşem
bir şey, ama bana göre olmayan “adrenalin”. Tayfun, fırtına olmasa, düm düz
akıp gideceğimi bilsem, ne kadar uzun olursa olsun, hiç durur muyum yerimde
acaba? Yarın yola çıkacak bir yol ararım. “Eee, öylesini herkes ister”
dediğinizi duyar gibiyim”, ya da “Öyle olunca, ne anlamı olur ki?”
diyenlerinizi de...
Evet. Dinlenme yeriymiş Okluk koyu
yıllar boyu Kısmet’in. Ama 2000 yılından
itibaren İstanbul’da yerini aldı. Artık “Rahmi Koç Müzesi”nde sergilenmekte
Kısmet, bilginiz olsun.
Bu arada... Okluk Koyu’nun yakınlarında Cumhurbaşkanlığı konutu ve iskelesi
var, ancak uzaktan görebiliyorsunuz.
Bir de İngiliz koyu adını almış bir koy. Hiç bir negatif hava koşulundan etkilenmeyen
çok güvenilir bir limanmış burası. Savaş sırasında geceleri Alman gemilerini bombalayıp,
sabahın ilk ışıklarında buraya sığınan İngiliz savaş gemileri nedeniyle
verilmiş bu ad.
Kalabalıktı İngiliz Koyu, karşısındaki
bir koya demir attık, ve bir yüzme molası verdik.
İngiliz Limanı yakınları |
Sonra kırdık dümeni Karacasöğüt Marina’ya.
Marina’da iki teknenin arasına yanaşmamız gerekti. Bir kural daha öğrendik
burada. Etrafta yanaşmamıza, halatı bağlamamıza yardımcı insanlar varken, bizim
de biraz kıpırdamamız gerekiyormuş. Ben şimdiye kadar bu işlerden anlamama,
beceriksizlik ve başımın dönme maazeretlerinin arkasına sığınmışken, kalktım
ayağa bir gayret. Yandaki teknelere değmemeye yardımcı olmak ve denk
getiremesem de halatı iskeleye atmak için. Halatı bağlama işi ise, oğluma kaldı
tabii ki.
Marinada teknenin su ve elektrik
ihtiyacını karşılamak mümkün. Son iki
gecemizdi. Bir pansiyonda geçirmeyi planlamış olsak da, çocuklar tekneyi tercih
ettiler, keyifleri de yerindeydi. Ya hoşlanmışlardı bu işten, ya da biteceği
için mutluydular.
Karacasöğüt marina |
Karacasöğüt marina |
Restoran, market de var Karacasöğüt’te.
Bizim yanaştığımız marina, köyün marinası idi.
Ama Gökova
Yelken Kulübü de var burada, hemen hemen sadece yelkenli tekneler yanaşır. “Global Sailing Academy” olarak da hizmet verdiğini sonradan
öğrendim. Çocuklara, gençlere yelkeni öğretmek ve sevdirmek için güzel bir
fırsat olabilir. Bu da ilgilenenlere duyurulur.
Karacasöğüt, Gökova Yelken Kulübü, akşam üzeri |
Karacasöğüt’ten Marmaris’e minibüsler var.
Biz de bu fırsatı değerlendirerek yemeğe gittik Marmaris’e. Bir güzel de
yürüdük Marmaris’in içinde.
Evet. Döndük ve teknede yattık o gece de.
*
Altıncı
gün
Sabah güzel bir kahvaltı yaptık Karacasöğüt’teki
bir restoranda.
Karacasöğüt, restoran |
Karacasöğüt kahvaltı |
Karacasöğüt |
Karacasöğüt, dalda limonlar |
Karacasöğüt, süs biberleri |
Sonra kırdık dümeni Sedir Adası’na...
Ünlü bir plajı var ama, biz oraya
demirleyemedik. Ya kalabalıktan, ya da dalga olduğundan, tam hatırlamıyorum ama
belki de iki nedenle birden. Plajı geçince burnu dolandıktan sonra attık demiri.
İlk defa dalgalıydı demirlediğimiz bir koy, ama burayı da görecektik.
Tarihi bir değeri de var Sedir
Ada’sının. İlk yerleşimin MÖ 1440 yılında olduğunu okudum Suzan Tammer’in kaleminden, “Antik Uygarlıklar, Arkeoloji ve Sanat
Tarihi konularında araştırmaları olan bir yazar, tercüman-rehber” Suzan
Tammer’in kaleminden, yine Vira Demir’in içinde... Sadun Boro’nun bu inanılmaz
rehberini arkeoloji bölümleri ile daha da zenginleştirmiş Suzan Tammer, kıyılarımızdaki
katman katman tarihi yazarak.
“Kedreai” antik kentine ait duvarlar ve
antik tiyatro kalıntıları barındırıyormuş ada. Denizden görüyorsunuz duvar
kalıntılarını, ama çıkıp gezemedim. Bir de zeytin ağaçları var. Birliktelikleri
de çok güzel üstelik. Ah, bir de şu dalga olmasaydı, daha çok çıkaracaktım
tadını, ama çalkalana çalkalana bir hal oldum teknenin tepesinde. Bu, ertesi gün
evde başımı yastığa koyduğumda da sallanıp duracağım anlamına geliyormuş,
bilemedim o zaman.
Plajı da incecik, sarı kumu ile ünlü.
Rivayete göre, Kleopatra ve Antonius bu adada buluşurlarmış, hiç kum
olmadığından Afrika’dan getirtmişler bu kumu. O nedenle “Kleopatra plajı”dır adı, hatta “Kleopatra
adası” da denir, Sedir adasına.
Plaj tarafına demirleyemediğimiz için
kendi gözümden anlatamayacağım, ama yapışıp kolay çıkmayan ve yanan bir kummuş
bu. Karbonatın çok olduğu sularda, dalgalar ve hafif çalkantılar sonucunda,
deniz tabanındaki karbonatlı çamurların bir çekirdek etrafında toplanmasıyla,
çok uzun sürede oluşurmuş, “oolitik” denilen bu kum. Anadolu iklim kuşağında ve
denizlerinde rastlanmayan bir kum türüymüş. Bu nedenle de, koruma altına
alınmış, ada dışına götürülmesi kesinlikle yasakmış.
Bu sefer görememiştik yakından ama, umarım
ilk fırsatta... Belki gitmiş olanlarınız vardır aranızda, belki de gitmek
isteyecekler. Marmaris Çamlık köyü iskelesinden hergün buraya kalkan motorlar
mevcutmuş. Bilginize...
Sedir adası |
Sedir adası |
Sedir adası |
Döndük Karacasöğüt’e. Eşim ve oğlum tarafından
temizlendi tekne bir güzel. Biz kızlar da deniz kıyısında dolandık “lay lay
lom”, iyi işmiş bu! Yemeğimizi buradaki restoranda yedik. Erkenden de yattık o
gece, sabah güneş doğmadan yola çıkmak üzere...
*
Yedinci
gün
Ve evet erkenden çıktık yola, güneş
doğmadan. Çocuklar uyuyordu, eşim ise dalgalar artmadan bir an önce varma
niyetindeydi Yalıkavak’a... Ama çoktan başlamıştı dalga, hoplaya zıplaya,
neredeyse üç saat. Güneşin doğuşunu izledim izlemesine de, hoplamaktan zor denk
getirdiğim fotoğrafları beğenir misiniz, bilmiyorum!
Karacasöğüt’ten Yalıkavak’a dönüş |
Karacasöğüt’ten Yalıkavak’a dönüş |
Yalıkavak Marina, 2009 |
*
*
Hem zevkli, hem zor bu tekne işi. Ama
güzeldi doğrusu. 2 gece Amazon, 1 gece Küfre, 1 gece Löngöz, 2 gece
Karacasöğüt’te geceleme ve altı günde gezilen Gökova Körfezi.
Memleketimin güzel suları, güzel
koyları, mavi ve yeşilinin kardeşliği idi Gökova. El değmemiş koylar ayrı
güzel, tesis olan yerler ayrı... Onlar da tamamlamıştı bu mavi turda
birbirlerini bizim için.
Buyurun, çoğu zaman olduğu gibi, bir de gezilen
yerlerin uzaktan ve yakından haritalarını sunayım size, yine Google Earth
sponsorluğunda, yine Google Earth’ün izniyle...
![]() |
Gökova Körfezi (uzaktan) (Daha sonraki Mavi Turlara ait yerler de işaretlidir, sizi yanıltmasın) |
![]() |
Gökova Körfezi (yakından) |
Daha sonraları da yaptık Mavi turlar,
yine kendimize göre uyarlayarak, “Bizim Mavi Turumuz” olarak. Teşekkür ediyorum size, bu ilkinde eşlik
ettiğiniz için bize...
*
Ancaak...
Bu satırları yazarken Sadun Boro’nun hastaneye
kaldırılmış ve durumunun ciddi olduğunu, ertesi gün ise vefatını öğrendim. 5 Haziran
2015’te, 87 yaşında.
Daha bir kaç gün önce Eşim Turgutreis
Marina’da çektiği bir fotoğrafı paylaşmıştı benimle. Denizden çıkan atıklar
sanata dönüşmüş, Sadun Boro’nun dev
portresi ne kadar güzel ve anlamlı olmuştu.
Sizinle de paylaşmak, bir de Okluk Koyu’nda kaleme almış olduğu ve
şimdi “vasiyeti” diyebileceğim yazısıyla tamamlamak istiyorum, “Cennet Gökova’nın Kıymetini Bil, Onu Koru,
Bozma, Yakma, Kirletme” diye vurgulayan yazısıyla...
Nurlar içinde yat değerli büyüğümüz
“Sadun Boro”. Seni biraz anlayabilir, biraz da dinleyebilirsek... Ne mutlu
bize!
![]() |
Turgutreis Marina, Sadun Boro’nun denizden çıkan atıklarla yapılmış olan dev portresi (eşimin objektifinden) |
![]() |
Okluk koyu restoranı, “Sadun Boro’nun vasiyeti...” demek yanlış olmaz umarım |
*
Başka Mavi Tur’larda da buluşmak
umuduyla...
BEĞENİRSENİZ PAYLAŞIN, BEĞENMEZSENİZ
YAKIN!