Yıllardır “Karadeniz” diye diye bir hal
oldum. On iki, on üç yaşlarımda, Orta Karadeniz’i şöyle bir görmüşlüğüm vardı, Samsun
Çarşamba’lı olan eniştem sayesinde. Hatta hayatımdaki ilk balığı da Yeşilırmak’ta tutmuştum, hem de karnından! Yemini
yemiş, gidiyormuş, belki de sadece oralardan geçiyormuş garibim. Ve yine
hayatımda ilk kez o zaman bir kayıkta kürek çektim, ellerim nasır olana
kadar... Batı Karadeniz ziyaretim ise bundan ancak kırk yıl sonra gerçekleşti, eşim ve kızımla; Yedi Göller, Safranbolu, Amasra...
Doyamamıştım, ama bir fikrim olmuştu. Ama ya Doğu Karadeniz? Görülmesi gereken
yerler listemden hiç eksik olmadı.
Evet. Artık zamanı. Karadeniz’e
gidilmeli...
Yıllarca hep “ailece” olma isteğim ve
merakım yüzünden ertelemiştim bir çok geziyi. Bu “ailece” merakı nereden
geliyor diye de çok düşündüm aslında. Bir yandan geleneksellik, bir yandan bazı
güzel şeyleri birlikte yapma ve paylaşma isteği, bir yandan da çocuklarımın
henüz küçük olmaları ve bensiz kalamayacakları gerçeği idi. Kısıtlı ortak boş
zamanlarımız farklı yerlerde değerlendirilirken, Karadeniz sırasını hep bekledi,
sabırla. Gelişen zaman içinde çocuklarım büyüdü, emekli oldum, oğlum üniversite
için yurt dışına gitti, eşim ise kendini çocukluk aşkı olan tekne ve denize
adadı. Ben ise “ailece” takıntımdan kendimi kurtarmaya çalışarak, “Gerekirse
yalnız da giderim” kararıyla, Karadeniz’i yurt içinde bundan sonra gezilecek
yerler arasında birinci sıraya koydum.
Evet. Artık zamanı. Karadeniz’e
gidilmeli...
Önümde beş günlük bir tatil vardı. Henüz
lise öğrencisi olan kızım da gelir diye düşünürken, kadroyu dörde tamamlamıştık bile.
Tatile iki hafta vardı ve bir tur
acentası ile gidecektik. İstanbul’dan uçakla gitmeli, en fazla dört günlük
olmalı, hatta yayla ağırlıklı sadece Doğu Karadeniz bölgemizi içermeliydi.
Ancak istediğim gibi bir tur bulmak zordu! Ben istemesen de bütün Karadeniz
turları Batum’a da götürüyordu. Hiç merakım yoktu Batum’a, ama “Vardır bir
bildikleri” diyerek, zaten başka seçeneğim de olmadığından kabullendim. Ve üç gece, dört günlük “Uçaklı Doğu Karadeniz ve Batum” turlarından birini satın aldım.
Çok keyifliydik. Çünkü Karadeniz’e
gidecektik. Öyle engel falan da tanımıyorduk. Yola çıkmadan önce ben dahil düşüp, yaralananlarımız oldu. “Gitmemizi istemeyen bir güç mü var acaba, bu bir uyarı mıdır?” diye aklımızdan şöyle bir geçse de, bu düşünceye pek yüz
vermedik. Azimliydik. Ölmedikçe gidecektik.
Çünkü, Karadeniz’e gidilmeli...
Turumuzun
birinci günü, İstanbul Atatürk Hava
limanından 06.00 kalkış saatli uçağımıza bindik ve yaklaşık bir buçuk saatlik
yolculuktan sonra Trabzon Hava limanına geldik. Sabah erken de inince, deniz kıyısındaki
hava limanı ile Trabzon, mis gibi tertemiz bir hava ile karşıladı bizi. Genelde
yazın sıklıkla Bodrum’a giden ve uçaktan inerken betondan yükselen bunaltıcı
sıcaklara çok da alışmış olan bana, bu oldukça farklı ve iyi geldi.
Hava limanı binasının çıkışında dört gün
boyunca birlikte gezeceğimiz grubumuz ile buluştuk. Rehberimiz çok yerinde bir
kararla bundan sonra değişmeyecek olan koltuklarımıza bizleri sırayla oturttu.
Yerinde bir karar diyorum, çünkü yer kapmacalı, senindi-benimdi tartışmalı
gezilerim de olmuştur geçmişte. Otobüsümüz 46 kişilikti ve her koltuk doluydu.
Önce kahvaltı için Şef Edwards adlı bir
restorana gideceğimizi öğrendik. İsteyenler burada çay, kahve içebilecek,
isteyenler de açık büfe kahvaltı alabileceklerdi. Beklenti eşiğim çok düşükmüş
ki, ancak gittiğimizde oranın aslında “Chef Edwards” olduğunu anladım. Deniz manzaralı, geniş bir mekana yayılmış,
oldukça ferah, şık ve esprili dekore edilmiş, zeytinyağlıları ve
kahvaltılıkları ile gayet yeterli açık büfesi yanında, yöresel tatlar olan kaygana ve kuymak tadımının da mümkün olduğu
hoş bir ortamla karşılaştık. Kaygana,
krep gibi yumurtalı, maydanozlu bir yiyecek. Kuymak ise tereyağ, mısır unu, peynir ile yapılan, ekmeğinizi
daldırarak yiyebileceğiniz bir şey. Trabzon’da adı “kuymak”, Rize’de ise
“muhlama” ya da “mıhlama”. Böylece ilk yöresel yemeklerle tanışmış olduk.
Trabzon, Chef Edwards |
Kahvaltı sonrası Trabzon ve semtleri ile
yol boyunca geçtiğimiz ilçeleri hakında bilgilenerek geçti yolculuğumuz.
Rehberimiz, turizm rehberliği mezunu, aynı zamanda Karadeniz
Teknik Üniversitesi İngilizce öğretmenliği öğrencisi, genç bir bayan. Yedi yıllık
deneyimi, bilgisi, çalışkanlığı, iyi niyeti ve profesyonel yaklaşımları ile
kazandı takdirimi gezimiz boyunca. Neler öğrendim, neler!
Trabzon merkez 360 bin olmak üzere
toplam 780 bin nüfuslu bir ilimiz. Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu yer, hatta
bir de heykeli var haklı olarak.
Kolbastı oyununun buradan
çıktığı bilinir genelde. Evet doğru, Faroz mevkiinde balık yakalayan
balıkçıların heyecandan yaptıkları hareket ve dans olarak doğmuş kolbastı. Trabzon’da bulunan Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin ise 40 bin öğrencisi varmış. Bir limanı da var Trabzon’un, ki olmasa ayıp,
“cruise” gemilerini de ağırlar, turist karşılarmış. Deniz kıyısında yedi
kilometrelik yürüyüş yolu ile halk da düşünülmüş. Dalgakıranlar ile de aşırı
yağışta Karadeniz Sahil Yoluna zarar gelmemesi amaçlanmış.
Samsun’dan Batum’a yaklaşık 500 km. olan
ve 2006 yılında açılan Karadeniz Sahil Yolu gezi boyunca sık
kullandığımız bir yoldu. Trabzon’dan doğuya doğru Yomra, Arsin, Araklı, Sürmene, Of, Trabzon’un
sahilde kıyısı olan ilçeleriydi ve bu
ilçeler hakkında bilgilenerek ilerledik Of’a doğru. Rehberimiz hem bilgi
veriyor, hem kısa hikayeler anlatıyordu. Yomra’nın elması ünlüymüş. Fındık
tarımı yapılan Arsin, aynı zamanda sanayi bölgesiymiş. Belki artık sadece
geçmişte kalmıştır ama Araklı, özellikle
de Guguda köyü zamanında hırsızlığıyla ünlenmiş, hatta “at hırsızı” terimi de
buradan çıkmış. Sürmene, 19.yüzyıl
sivil mimarisini yansıtan ahşap işçiliğinin ön planda olduğu konaklara
sahipmiş. Tarıma elverişli değilmiş Sürmene,
ama pidesi ve Fransız çeliğinden yapılan dövme bıçaklarıyla ünlenmiş. Pidesini
yemedik, ama yol üzerinde bir bıçak atölye ve satış mağazasında durduk: Sürdövbısa. Gözlerinizi kapatın, bu
ismi tekrar edin, hele bir de aklınızda tutun desem, bence zor. Nereden
bulmuşlar bu ismi, lazca mı acaba diye düşündüm bir an. Ama sonra bir daha
düşündüm ve gördüm ki “Sürmene Dövme Bıçak Sanayi” sözcüklerinin ilk heceleri.
Tamam, artık kolay, unutmam. Buradaki dövme bıçaklar hakkında bilgilendik,
gördük, isteyenler satın aldı. Ben de “Ne olur ne olmaz, turumuzun başındayız,
bıçak falan taşıyamam” düşüncesiyle satın almaya yanaşmadım. Ama sadece bıçak
yoktu burada. Kimileri bıçak satın alır, kimileri etrafa bakınırken, kendimizi
bir anda bir kemençe dinletisinin içinde
bulduk, muhtemelen oranın sahiplerinden ya da çalışanlarından birisi. Bu da
Karadeniz gezisi için ayrı güzel bir “Hoşgeldiniz” oldu bizim için.
Düşünenlerin, uygulayanların aklına, emeğine sağlık.
Sürmene, Sürdövbısa'da Çelik Bıçaklar |
Alış-veriş ve kemençe dinletisi sonrası
tekrar otobüsümüze bindik. Fevri ve canıtez insanı ve mafyasıyla ünlü olduğu
bilinen Of’a ulaştık. Burada Karadeniz sahil yolundan ayrılıp, Solaklı çayını solumuza alarak,
içerilere, Çaykara’ya ve Uzungöl’e ilerlemeye başladık.
Bundan sonraki durağımız bir çay
fabrikası oldu: Sürçaysan. Sürçaysan,
Çaykur’dan sonra ilk özel çay fabrikası imiş. Tahmin etmişsinizdir. Bunun adı
da muhtemelen “Sürmene Çay Sanayi”den geliyor. Düşünmeye başladım. Karadeniz’e,
ya da Trabzon’a özgü bir adlandırma mıdır bu acaba? Ne ifade etmek istiyorsan
ilk heceleri al, birleştir, işte sana özel isim. Mantıklı. O fabrikayı ya da
atölyeyi ilk kuran sizseniz kolay. Ama ikinci olmayın, adlandırma çok zor olur
inanın.
Yamaçlarda çay bitkisini öbek öbek
uzaktan görüyorduk ama, yakından görülsün diye fabrikanın bahçesine de
dikilmişti. Bahçede hazır bulunan masalara oturduk. Çeşit çeşit çaylar ikram
ediliyor, bir yandan da fabrikadan bir yetkili tarafından bilgilendiriliyorduk.
Bu kadar sakin, bu kadar öz mü anlatılır bir konu? Hiç bir ticari kaygı
içermeden, bu kadar objektif izlenim bırakarak. İkram edilen çayları afiyetle
içme telaşesinden ve ortada ayrıca dönen muhabbetten, bir dolu bilgiyi de
kaçırdım, o kadar pişmanım ki! Ama tamamen de boş değilim, kaldı elbette
aklımda birşeyler...
Çay senede üç kez hasat edilirmiş:
Mayıs, Temmuz ve Eylül. İlk hasat çayı daha iyi olurmuş. Hasatta altında
torbaları olan özel çay bıçakları kullanılarak üstteki yapraklar kesilir, toplanır,
sonra fabrikalara getirilirmiş. O bölgede 250 kadar çay fabrikası varmış. Hiç
birinin diğerinden farkı yokmuş. Hepsinde de çay aynı şekilde işlenirmiş. Sürçaysan,
Şölen ve Budak adlı markaları üretiyormuş. Toplanan çay yaprakları fabrikalarda,
bir şekilde kurutulur, fermante edilir, parçalanır, elenir ve bize ulaşan çeşit
çeşit çay haline gelirmiş. Tomurcuk
çay, yaprağın kıvrılmasıyla elde edilirmiş, poşete girenler genelde çok ufalanmış toz çaylarmış. Sap kısmına
yakın bölümleri içilebilir hale getirmek için de çeşitli aromalar eklenerek
bildiğimiz aromalı çaylar elde
edilirmiş.. “En iyi çay hangisi” derseniz de onu biz görmezmişiz, onlar
içermiş!
Herkes farklı şeylerden etkilenir. Belki
tuhaf gelebilir ama çay bitkisini dalında görmek de beni ayrı heyecanlandırdı.
Aslında bir çalı. Görseniz, bir şeye de benzetemezsiniz. Kimin aklına gelmiş,
onun uç yapraklarını toplayıp, kurutup, çeşitli işlemlerden geçirip, sonra bir
içecek haline getirmek bilmiyorum. Ne iyi de etmiş! Vallahi tek kötü
alışkanlığımdır çay! Aslında çay iyi de, şekeri bırakamıyorum şekeri!
Yamaçlarda gördüğünüz çay bitkisi (Hayır, hayır. Ağaçlar değil, kısa, sıra sıra görünenler) |
Çay bitkisi (Artık reklamlarda da görüyoruz...) |
Çay ikramı , Rize bezinden örtünün üzerinde... |
Sonra ver elini Uzungöl. Uzungöl, 17. yüzyılda oluşmuş alüvyon set gölüymüş. 1 km
uzunluğunda, 500 m genişliğinde ve 15 m derinliğinde. Denizden yüksekliği ise
1090 m. 1987’den itibaren de turizme açılmış. Son üç yıldır yazları araplar
geliyor, hatta arazi de satın alıyorlarmış. Biz gittiğimizde de epeyce arap
vardı. Sıcak Arabistan’ın yazları yerine güzel bir serinleme merkezi, hazır
camisi de var. Bundan iyi yer mi olur? Ama gitgide artan çarpık bir yapılaşmayı
da hissetmemek mümkün değil!
Öğle yemeğini Uzungöl’de Ada Restoran’da
alacaktık. Hazır olsun diye rehberimiz menü seçeneklerini yolda bizlere sordu
ve önceden restorana bildirdi. Kuru fasulye menü, sac kavurma menü ya da pide.
Biz dört kişiyiz, hepimiz ayrı bir şey ya da aynı şeyi yemektense, ortaya
hepsinden birer tane aldık. Ne kadar yerinde bir kararmış. Hep birlikte hepsinin
tadına bakmış, afiyetle de yemiş olduk, pek de güzel geldi. Üzerine de
çaylarımızı içince, var mı bizden iyisi?
Uzungöl, Ada Restoran’ın menüsü |
Uzungöl'de yemek sonrası bir saatlik
serbest zamanımız oldu. İsteyenler bisiklet kiralayıp gölün etrafında
gezebiliyorlardı. Biz yürüdük. Temiz havayı ciğerlerimize çekerek, doğanın
tadını çıkarmaya çalışarak yürüdük. Fotoğraf çeke çeke, ve tabii biraz da üşüye
üşüye...
Uzungöl |
Uzungöl |
Uzungöl sonrası, Solaklı çayını bu sefer sağımıza alarak Of’a
doğru geri yola koyulduk.
Solaklı çayı üzerindeki kiremit çatıyla
kaplı, yaklaşık yüz yıllık olduğu söylenen ahşap köprüde fotoğraf molası verdik.
Solaklı çayı üzerinde, üstü kiremit çatıyla kaplı yaklaşık yüz yıllık ahşap köprü |
Yol boyunca yer yer derenin üzerine
makara sistemi ile çalışan, karşıdan karşıya malzeme, hatta bazen insan da
taşınmasına yardımcı basit bir çeşit “teleferik” sistemleri vardı. Çok işe
yaradıkları kesin, ama bu sistemin en güzel yanı, bana göre adı idi: “Vargit-Vargel”.
Of’a geri döndükten sonra İyidere üzerinden Rize’ye doğru yola
koyulduk. Rize bezinden yapılmış
örtüleri görmek ve isteyenlerin almasına fırsat vermek üzere yolda bir mola
daha verdik. Burada da, yine çaylar hazır bekliyordu.
Artık ilk günkü son durağımıza
geliyorduk. Gece de konalayacağımız Kaçkar
Dağları Milli Parkı içinde yer alan Ayder
yaylası. Yolda Karadeniz’li dört gencin oluşturduğu “Grup Imera”nın ilk
albümünden Karadeniz türküleri dinleyerek tırmanıyordu otobüsümüz. Kültür
gezilerinin vazgeçilmezi olmalı yöresel şarkılar, türküler, hem de yerlisinin
ağzından. Yeşilin
çeşitli tonlarını, aradan süzülen şelaleleri izleyerek ilerliyorduk. Yükseklere
tırmandıkça, 1000 m yükseklikte, soğuğa dayanıklı bir çam türü olan koyu renkli
ladin ağaçlarının varlığını vurguluyordu rehberimiz.
Otelimiz Yeşilvadi. Ahşabın cömertçe kullanıldığı bir yayla oteli. Odalara
eşyaları attık, yemeğe kadar bir saat dinlenme süresi vardı, biraz dışarı çıkıp
onbeş-yirmi dakika kısa bir yürüyüşle yayla havası soluyup döndük. Otele yakın
hemen bir de kaplıca vardı. Bizim gitme fırsatımız olmadı, ama daha sonra
öğrendiklerimi de ilgilenenlerle paylaşmak isterim. Yayla olarak kullanılmadan
önce başlamış kaplıca turizmi burada.
Henüz arife günü idi, yemek saatinde
otelde o gün için bir tek bizim grubumuz vardı. Sanki bir tanıdığa yemeğe
gitmiş hissine kapıldım, her şey bize özel gibi. Bana misafir geldiğinde de
benzer menü yaparım bazen. Çeşit çeşit zetinyağlılar, salatalar... Mercimek
çorbası ve birkaç etli sıcak yemek vardı ayrıca. Çorbaya ve soğuklara takıldığım
için aklımda kalmamış sıcakların neler olduğu, ama kuru fasulye ve tavuktu
sanki.
Daha restorandayız. Grupta bir horon
görme merakı, sormayın. Rehberimiz hemen bir telefon bağlantısı kurdu. Elinde
tulumuyla bir genç geldi, hem tulumunu çaldı, hem bilgilendirdi. Rize
bölgesindeki tek çalgının tulum olduğunu, tulumun oğlak derisinden yapıldığını,
içerine üflenen havanın kolla sıkıştırılarak çalındığını, tulum eşliğinde
yapılan horona da “tulum horonu” denildiğini
anlattı. Rehberimiz, otel çalışanları horon oynamaya ya da tepmeye başladılar.
Horon öğrenmeye meraklı kişiler olarak biz de birşeyler öğrenmeye ve yapmaya
çalıştık ki boşuna. Horon başı birşeyler diyor, öbürleri cevap veriyor, hareketler
değişiyor. Figürün ne olduğunu anlamadan, yeni bir figür. Bu benim bildiğim
horona pek benzemiyordu, ama hadi hayırlısı. Ertesi gün öğrendim ki buna “atma horonu”
denirmiş, tulum eşliğinde Rize’de
oynanırmış. Trabzon’da oynanan ise üç
ayak horonuymuş, kemençe
eşliğinde. Bizim daha önce görerek aşina olduğumuz da Trabzon’da oynanan üç
ayak horonuydu muhtemelen. Evet, daha sonra onu da gördük, ama hiç
heveslenmedim. Horon konusunda kendime güvenimi yitirmiştim.
Ayder yaylası, Yeşilvadi Otel’de tulum dinletisi |
*
Turumuzun
ikinci günü sabah kahvaltısından
sonra otobüsümüzle Ayder yaylasının
biraz yukarılarına çıktık. Bir buçuk saat serbest zamanımız vardı. Geze geze
aşağıya inecek, közde kahve yapılan yerde buluşup, otobüsümüzle geziye devam
edecektik.
Gelintülü Şelalesi |
Gelintülü Şelalesi |
Evet, yaylanın yukarısında Gelintülü şelalesinde fotoğraf çektikten sonra planlandığı gibi geze geze,
temiz havayı soluya soluya, fotoğraflara fotoğraf ekleye ekleye buluşma
noktamıza geldik. Yolda birbirinden ayrı ayrı yerleşmiş yayla evleri, moteller
ve günümüz moda deyimiyle serbest dolaşan inekler... Bayramın ilk günü idi.
Közde pişmiş bayram kahvelerimizi de içtikten sonra otobüsümüze yerleştik.
Ayder yaylası (Sen ne güzel bakıyorsun öyle!) |
Ayder Yaylası |
Ayder Yaylası |
Ayder Yaylası |
Ayder yaylası |
Ayder yaylası, közde Türk kahvesi |
Bundan sonra iki seçenek vardı. “Fırtına
Vadisinde Rafting” veya “Karadeniz Yayla Köyleri ve Zilkale Gezisi”. Rehberimiz
sular azaldığından, bu mevsim hava da biraz serin olduğundan ilkini pek
önermedi, bizim de zaten pek niyetimiz yoktu, tercihimiz direk olarak Karadeniz köyleri ve Zilkale gezisi
yönünde oldu. Buralara artık yollar dar ve kıvrımlı olduğundan otobüsle değil,
minibüslerle gidecektik.
Çamlıhemşin’de minibüslere bindik. En fazla 15-20 dakikalık
yolculukla biraz yukarılara çıktık. O bölgede Muska dolma mimarisi ile yapılan evleri, hububat depolarını, Hemşin konaklarını gördük. Temiz havada
kısa da olsa yürüyerek bilgilendik.
Yemyeşil, mis gibi bir ortamda, doğayla
uyumlu çok güzel evler. Bazı evlerin bahçesinde mezarlık olması dikkat
çekiciydi. Ayrıca hububat depoları vardı. Rize’deki hububat depolarına “nayla”, Trabzon’da ise “serender” deniliyormuş. Dört direk
üzerinde yerden yüksekteki depolara kemirgenler ulaşamasın diye, taşıyan
direklerin üst kısmına yuvarlak halkalar konmuş.
Bir başka dikkat çekici yapı ise TOKİ binalarıydı. Çamlıhemşin’deki bu
binalar bizim büyükşehirlerde gördüğümüz yüksek beton yapılar yerine, alçak,
doğayla uyumlu binalardı.
Çamlıhemşin |
Muska dolma mimarisi, Çamlıhemşin |
Sırada
Şenyuva, eski adıyla Çinçiva köyü vardı. İzleme fırsatım
olmamıştı ama “Sevdaluk” dizisinin
çekildiği köy. Adalet evi, deresi, taş köprüsü, köy kahvesi, ve yine sıcak çayı ile bizi bekliyordu.
Şenyuva köyündeki Taşköprü |
Şenyuva köyü (Sen de çok güzel bakıyorsun!) |
Gelelim Zilkale’ ye... Gerçekten Kartal yuvası, uzaktan görüntü ayrı
etkileyici, içine girip etrafa ve aşağılara bakmak ayrı. Vadiden 100 m
yukarıda, deniz seviyesinden yüksekliği ise 700 m. 1300’lü yıllarda Komnenoslar
tarafından yapılmış bir Ortaçağ kalesi. İpek yolu üzerinde, aynı zamanda gümrük
alma, kontrol noktası işlevi görüyormuş. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u
aldıktan sonra burayı da almış. Osmanlı İmparatorluğunda burası karakol gibi
kullanılmış. Hatta suçluların, aşağıdaki vadiye atılarak infaz edildikleri
yermiş.
Zilkale’den vadinin görünümü |
Zilkale |
Zilkale (Anlamayana!) |
Zilkale ziyareti sonrası
minibüslerimizle Çamlıhemşin’e geri döndük. Öğle yemeğimiz Fırtına deresi kıyısındaki Osmanlı
Alabalık’ta. Hani şu esprilere konu olan “Osmanlı Alabalık, 100 m geride” tabelası olan yer. Orada bir kez
daha anladım ki Karadenizliler kendileriyle dalga geçmeyi seviyorlar, bile bile
sırf espri olsun diye dikilmiş bir tabela. Orada, o bölgeye özgü, ve organik
koşullarda üretildiği bildirilen kırmızı
benekli alabalık içeren menümüzü yedik. Alabalık dışında menüde mısır
ekmeği, turşu kavurma, tatlı olarak da laz böreği vardı.
Fırtına deresinde isteyenlerin “zipline” yapması da mümkündü. Çelik
halata bağlanmış makara sistemi ile kayarak bir noktadan diğerine ulaşmak.
Tabelaya da yazmışlar: “No Panik, No Heycan, Atmaca gibi Uçacan”. Teşekkürler,
biz almayalım. Diğer bir tabela ise
şakasını ingilizce çevirinin içine saklamıştı.
Fırtına deresi üzerinde “Zipline” |
Fırtına Deresi |
Fırtına Deresi. Karadenizliden İngilizce dersi :) |
Programda çay kesme işlemi vardı. Aslında çay hasadı çoktan bitmişti. Bizim
de çay kesme deneyimimiz, daha doğrusu çay kesiyormuş gibi yapıp fotoğraflara
poz verme şansımız yağmur başlaması nedeniyle iptal oldu. Biz de Hopa’da
konaklayacağımız Paluri otel’e yola koyulduk.
Paluri otel,
yayla değil, bir şehir oteliydi. Gayet temiz ve düzgün. Menü bir öncekine yakındı,
mercimek çorbası, en az on çeşit soğuk yemek yanında bir kaç çeşit sıcak ev
yemeği ve pilav. Akşam yemekte org ile canlı müzik de mevcuttu. Popüler
şarkılardan eski Türk filmleri şarkılarına kadar oldukça geniş bir yelpaze,
uzun bir program. Bayrama mı özgü, hep mi var bilmiyorum. Yorgunduk aslında,
ama hiç bir programı kaçırmak, hiç birşeyden geri kalmak istemiyorduk.
Tur programında olmayan
bir şey yaşadık burada. Biri kız, biri erkek iki genç ve orta yaş bir bayandan
oluşan üç kişilik muhtemel bir aile, ne müzik olursa olsun çok güzel folklorik
bir gösteri sergiliyordu. O kadar uyumlu ve o kadar güzel yapıyorlardı ki bu
işi, hayran olmamak mümkün değildi. Onlar ne zaman piste çıksa, herkes duruyor,
hayranlıkla izliyordu. Daha sonra yanaştık, beğenimizi dile getirdik, sohbetimizde genç kız ve oğlanın kardeş olduklarını,
diğerinin ise anneleri olduğunu, Bulgar göçmeni olduklarını, bu dansın yöresel
olduğunu, düğünlerde ve toplantılarda hep beraber oynandığını söylediler. Anne
beni aldı, genç kız da bizim diğer ekibi, figürleri öğrettiler. O estetik, o
çeviklik mümkün değil ama en azından figürlerin mantığını kapmak beni mutlu
etmişti. Hatta unutmayayım diye odaya gittiğimde, daha sonraları da aklıma
gelip fırsat buldukça kendi kendime figürleri tekrar ettim durdum, daha sonra
başıma geleceklerden habersiz!
*
Turumuzun üçüncü günü oldukça erken kalktık, Batum’a gidişte sınırda kuyruğa yakalanmayıp çabuk giriş yapabilme
amacıyla. Gerçekten de sorunsuz bir şekide, hemen hiç beklemeden girdik. TC
kimlik numarasını içeren nüfus cüzdanlarının PVC kaplamalarının da sağlam
olması, kıvrılmış, ayrılmış olmaması, ayrıca altı yaş üzerindeki çocuklarınkinde
fotoğraf bulunması gerekiyordu. Sınırda sorun yaşamayalım diye bir gün önce
kimliklerin neredeyse yarısının kaplamaları rehberimiz sayesinde yenilenmişti.
Evet, Batum’a gitme
günüydü. Dedim ya, hiç de merak ettiğim bir yer değildi. Ama bütün Karadeniz
turları Batum’a götürüyordu. Merak etmeye başladım. Batum, merak etmediğim
kadar var mıydı?
Batum’un Gürcü dilinde
adı “Batumi”. Türkiye’den Sarp sınır kapısından geçerek girdik. Köyün bizim
taraftaki adı “Sarp”, hemen geçişteki Gürcü tarafındaki devamı ise “Sarpi”.
Para birimi “Lari”.
Aklımda şöyle kaldı, “Lira”daki sesli harflerin yerini değiştirdik mi, oldu
sana “Lari”. Bir Lari de 0,72- 0,74 Türk lirası ediyordu.
Batum, sınırdan geçer geçmez (Gürcü harfleri)
|
Sınırdan geçtikten sonra, tüm tur boyunca olduğu gibi rehberimiz bizi bilgilendirmeye devam etti. Bu sefer konu Rus hakimiyeti, Bolşevik devrimi dahil Gürcistan tarihi, coğrafyası, iklimi, insanı ve Batum idi.
Batum Sarp sınır
kapısından otobüsle yaklaşık yarım saatlik mesafedeydi. Çoruh nehriyle
karşılaştık bir ara. Dağlık bir bölgeydi. Hatta Karadeniz’de doğuya doğru
gittikçe yükselirmiş dağlar. Bizim
Karadeniz yaylalarındaki gibi evlerin dağınık yerleşimi dikkat çekiyordu.
Genelde iki katlı olurmuş evler, bahçelerinde de bağları bulunurmuş, evlerinde
şarap da yaparlarmış, tatlı şarapmış yaptıkları. Ve eskiden Rusların meyve
bahçesi imiş Gürcistan.
Yakın tarihi bilenler
hatırlar, 2003 yılında Gül devriminin
gerçekleştiğini. Kanlı bir devrim değil bu. Avrupa mantıklı ve Avrupa destekli
hükümet görevi üstlenen. Avrupa birliği
de çok destek vermiş Gürcistan’a, maddi olarak da. Batum’da da Avrupa mimarisi
örnek alınarak yeni yapılar, meydanlar oluşturulmuş. 2006 yılında Neptün
Meydanı, 2007’de ise Avrupa meydanı
yapılmış. Batum yazın önemli bir tatil beldesi imiş, sıcaklık 39 derece santigrad,
nem %80 kadar olurmuş.
Bu bilgilerle donanırken Batum’a geldik
ve biraz da yürüyerek devam etti gezimiz. Hava
yağışlı, kimimiz şemsiyeler, kimimiz kapşonlarla rehberimizin ardından yürüyor,
birşeyler duymaya, birşeyler anlamaya, birşeyler görmeye ve zor da olsa
fotoğraflamaya çalışıyorduk.
Önce Osmanlı’dan kalan
tek yapı olan Orta cami’ni gördük.
Detaylarda daha çok Gürcü motifleri
hissediliyordu Orta Camide. Peşine, oteli, kafeleri, saat kulesi ile Piazza Meydanı’na geldik. Güzel ve
nezih görüntüde, özenle tamamlanmış yapılar vardı, ama soğuktu, hayat da yoktu,
bomboştu. Hemen yakındaki Aziz Nikolas Kilisesi’ni
ziyaret ettikten sonrası, Avrupa Meydanı’na yöneldik. Astronomi
saati dahil Avrupa mimarisi örnek alınarak yapılan binalar ve Medea Heykeli başrollerdeydi. Medea
Heykelinin hikayesini dinledim dinlemesine ama mitoloji benzeri hikayeler pek
ilgi odağım olmadığından geçip gidiyor kafamdan, belki de hiç girmiyor aklıma..
Buradan da arkada gösterişli Tiyatro
binasının ve ortada Poseidon
(Neptün) Heykeli’nin bulunduğu Tiyatro
Meydanı’na yöneldik. Balkonları kimi sarı, kimi kırmızı, kimi ise mavi pvc benzeri
maddelerle kaplanmış olan eski binalar, ortadaki gösterişli yapılara iyi bir
fon oluşturmuştu.
Batum’da Osmanlı’dan kalan tek cami olan Orta camii’nin kapısı |
Batum’da Osmanlı’dan kalan tek cami olan Orta camii’nin tavanı |
Batum, Piazza Meydanı |
Batum, Avrupa Meydanı |
Batum, Avrupa Meydanı |
Batum, Tiyatro Meydanındaki Tiyatro binası |
Evet. Artık yürüyüş
bitmiş, sıra tekrar otobüsümüze binerek Batum
Botanik Bahçesine gitmeye gelmişti. Onbeş-yirmi dakika sürmüştür
yolculuğumuz. Karadeniz kıyısındaki Botanik bahçesinde, yukarılarda bir yerde indik
otobüsümüzden ve yaklaşık bir buçuk saatlik yürüyüşle bizi aşağıdaki kapıda beklemekte
olan otobüsümüze ulaştık. El ile hazırlanan dünyanın
en büyük botanik bahçelerinden biriymiş Batum Botanik Bahçesi. 19. Yüzyıl
sonlarında yapılmaya başlanmış, 20. yüzyılın başlarında ise tamamlanmış. Biz çok az bir
bölümünü gezdik anladığım kadarı ile. Tümünü gezmek bir hafta sürermiş. Yani biz
sadece şöyle bir bakıp çıkmışız. Sonradan broşürünü inceledim de yok yok gibi
görünüyor. Güney Amerika, Kuzey Amerika, Yeni Zelanda, Avustralya, Himalaya,
Meksika, Doğu Asya bölümleri, Gül bahçeleri, üretim çiftlikleri ve fidanlıkları barındırıyor bünyesinde.
Batum, Botanik Bahçesi, Karadeniz kıyısı |
Batum, Botanik Bahçesi |
Batum, Botanik Bahçesi |
Sırada Batum’daki öğle
yemeğimiz vardı. Gürcü yemeklerini de
tadabileceğimiz bir Türk işletmesine gidecektik. Mercimek çorbası, aşina
olduğumuz çeşitli sıcak-soğuk yemeklerin ve bol bol hurma meyvesinin yanı sıra,
Gürcü yemeği olan Haçapuri
(Khacapuri) ve Hinkali (Khinkali)
ile de tanıştık. Haçapuri bir çeşit peynirli pide, bizim ekibin damak tadına
pek uydu. Ama hinkari dedikleri köfte büyüklüğündeki irice mantıyı pek
sevmedik. Asıl favorimiz ise “limonat”
dedikleri armut gazozu oldu.
Batum, Armut Gazozu |
Yemek
sonrası iki saate yakın bir serbest zamanımız vardı. Sahile paralel Batum bulvarında gezmemiz önerilse de,
yağmur ve yorgunluk bizim için caydırıcı oldu. Piazza meydanına geri döndük,
sabahki gibi boş ve halen ruhsuzdu. “Cafe la Brioche”da tek müşteri olarak oturup,
birşeyler içerek dinlendik, vakit öldürdük. Yürüyerek ve etrafı fotoğraflayarak
otobüsümüze geri döndük.
Yürüyüş yolumuzda sahile doğru görüntü, Batum |
Otobüsle hareket
ettikten sonra rehberimiz bizi bilgilendirmeye devam ediyordu. Gazetede
okumuştum, “Ters Restoran” diye... Bir de baktım o. Şaşırdım. Batum’da olduğunu
bilmiyordum. “White Restaurant” imiş adı.. Otobüsten pek güzel
fotoğraflayamasam da, tam gider ayak onun dışını da görmüş olduk. Önceden
bilsem içini de görmek isteyebilirdim.
Teknik Üniversite binası ve detayları her yerden dikkati çekiyordu. Uzaktan
gördüğümüz diğer yapıların başlıcaları Aşk
heykeli (Ali ve Nino), üzerinde Gürcü harflerinin yer aldığı Alfabe kulesi, Dönme dolap idi. Kumar turizmine de ağırlık verilmiş Batum’da... Yeni
yapılmış ve halen yapılmakta olan büyük oteller de dikkatten kaçmıyordu.
Teknik Üniversite binası, Batum |
Alfabe kulesi, Batum |
Otobüsten gördüğümüz ters restoranın dışı, Batum |
Gelelim şu Batum
konusuna. Merak edilmeli mi, edilmemeli mi? “Etkilenmedim” diyemem. Ama şu anda
aynı etki altında değilim. Şöyle bir görmüş olduk en azından, özet bir şekide
de bilgilendik. Belli ki görsel olarak on yıl önce farklıydı, on yıl sonra da
farklı olacak. Ama özü, halkın refahı, mutluluğu ne olur bilemem?
Batum sonrası uzun bir
yolculuktan sonra Zigana vadisi’ndeki Zigana
Yaylakent otelimize geldik. Gece yine canlı müzik. Popüler müzik kültürüm
artmaya başlamıştı. Yemekler ise daha önceki otellerdeki gibiydi. Dördüncü kez
mercimek çorbası. Bana güzel. Peşine de çay. Hem de şömine başında. Gel keyfim
gel! Bungalovlarda konakladık. Odamızın konumu muhteşemdi. Bunu sabah uyanıp da
etrafa baktığımda daha iyi anladım.
Seyahatlerde gün boyu
gezip akşam odaya girince, şöyle bir ayaklarımı uzatınca canım ne ister? Çay. Büyük otellerde çay-kahve makinası
ve poşetlerde çay-kahve vardır. Burada da canımın çay isteyeceği, ama odada çay
makinasının olmayacağını bildiğimden yola çıkmadan önce bizim ekibe tembihledim,
“Su kaynatma aletiniz varsa getirin, ben de çay alıyorum” diye. Tam teşkilat
gittik yani. Aman çaysız kalmayalım! Tarihe geçebiliriz! Karadeniz’e gidip de
çaysız kalmaktan korkan yerli turist! Odalarda çay ya da çay makinası yoktu
tabii. Ama gün boyunca ve akşam yemeğinden sonra çaya doymuş oluyordunuz. Odaya
girdiğinizde zaten ne çay içecek yeriniz, ne de haliniz oluyordu. Sebil gibi çay
vardı her yerde özetle. Bir çoğu o kacaman elektrikli makinalar. Bunlara “çay
sebili” dense ne güzel olur diye düşündüm, sonra aklıma geldi, yazdım Google’a.
Onlara zaten “çay sebili” deniyormuş. Böylelikle bu makinaların isim annesi
olma fırsatını da kaçırmış oldum..
Çay sebili |
*
Turumuzun dördüncü ve son günü. Erkenden uyandım. Bungalovdan önce kafamı, sonra
kendimi çıkardım. Önce uzaklara, sonra yakına, sonra tekrar uzaklara baktım. Mis
gibi havayı ciğerlerime çektim, bir daha çektim. İçeri girip fotoğraf makinamı
aldım. Kadraja sığacak gibi değil, ama bana bu güzelliği hatırlatsın diye
fotoğraf çektim de çektim. Aşağı yukarı dolandım. Ekip uyanınca birlikte de benzer
şeyler yaptık. Ne yazık ki valizlerimizi toparlayıp, odamızın kapısına bırakma ve
ayrılma zamanı yaklaşmıştı. Kesinlikle gelip, bir kaç gün kalınacak yerlerden
birisi. Doyamadım.
Zigana, Yaylakent Oteli’nden manzara |
Zigana, Yaylakent Oteli |
Kahvaltı sonrası kısa
bir yolculuktan sonra yolda Hamsiköy
sütlacı yemek için mola verdik. Normalde sütlaçla pek aram olmasa da gittiğim
yerlerin ünlü yemeklerini mutlaka tadarım. Evet, Hamsiköy sütlacı yedim, ama
buranın dışında yediklerime üstünlüğünü ben fark edemedim.
Hamsiköy’deki hamsi,
arapçadaki “hamse”, yani “beş” sözcüğünden gelirmiş, beş tane köyün birleştiği
yermiş. Orada da bir fotoğraf molamız oldu. Rehberimizin sözü vardı. Yolda bize
Karadeniz türküleri söyledi. Kültür gezisi yaparken yöresel müzikleri dinlemeyi
de ayrı severim demiştim. Hele böyle canlı
canlı çok güzel. Bilenler lütfen melodisi ile okusun: “Ben seni sevduğumu da dünyalara bildirdum,
Ben seni sevduğumu da dünyalara bildirdum,
Endurdin kaşlaruni, endurdin kaşlaruni,
Babani, Babani mi öldürdum?...”
Programda Zigana tüneli vardı. Aklımda hep Zigana
geçidi yer yapmış. Dağların arasından,
dar bir geçitten geçeceğiz, çok etkileneceğiz diye düşünürken, meğer o geçit
mazide kalmış, çoktan tünel açılmış ve biz Zigana’da geçitten değil, tünelden
geçtik. 1795 m rakımda, 1702 m uzunluğundaki tünel. Trabzon’u Gümüşhane’ye
bağlıyor, Karadeniz’den Doğu Anadolu’ya
geçiş yolu yani. Girmeden hemen öncesi de tünelin önünde topluca bir fotoğraf
molamız oldu.
Daha sonraki durağımız
Maçka idi. Bu, Rumca adıymış,
Osmanlı’da Cevizlik deniyormuş. Okuma-yazma oranı yüksek olan bu ilçede fındık
ve kivi tarımının yanı sıra, önemli bir geçim kaynağı da turizm imiş. Kayalık
bir bölge. Dar yollardan çevre ve manastıra turist taşıma amaçlı minibüscülük oldukça
yaygın. Kamp karavan turizmi de mevcutmuş
öğrendiğime göre.
Artık Sümela Manastırını görme zamanı gelmişti. Önce
“Vadi” diye adlandırılan yere geldik. Buradan itibaren otobüslerin gitmesi
mümkün değil. Tabela Sümela manastırını yürüyerek 1200 m olarak gösteriyordu.
Biz yine minibüslere dağıldık, minibüslerle biraz daha yukarı çıkarak yürüme
mesafesini 300 m. ye düşürmüş olduk. Ama arada inerek bir fotoğraf molası da
mümkün oldu. Aman Tanrım! Ne manzara! Ne manzara! Altındere Milli Parkı. Vahşi, ürkütücü, ama çok güzel.
Yaklaşık 1500 yıl önce iki
kuzen keşişin kurmuş olduğu Sümela manastırı da Altındere milli parkında, Karadağ
eteklerinde yer almakta. Manastıra
geldiğimizde ana kaya kilisesi, şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane,
kütüphane ve kutsal ayazma bölümlerinin olduğunu gördük. Yapılış hikayesini, fresklerin hikayesini
dinledik. Ama o ne rezalet! Kimbilir kaç yıl başı boş bırakılmış ki, o değerli
tarihi yapıların üzerine çizikler, yazılar... Şimdi de “flaşlı fotoğraf
çekmeyin, fresklere zarar verir” deniyor. Geçmiş olsun! Doğadan ayrı, o
manastırın oraya yapılmasından ayrı, zaman içinde rezil edilmesinden ayrı ayrı
etkilenmiş olarak, karışık duygularla ayrıldık.
Sümela Manastırı, Trabzon |
Sümela manastırı freskleri (Aman dikkat! Flaş kullanmayın. Freskler zarar görüyor) |
Öğle yemeği vakti
gelmişti. Bu sefer Akçaabat’a, Akçaabat köftesi için deniz kıyısındaki
Metin Restorana gittik. Deniz
kıyısında yorgunluğumuzu atarak, gerçekten çok lezzetli köftelerimizi yedik.
Her yemekte olduğu gibi burada da turşu kavurma vardı, fasulye değil de lahana,
domates karışık turşu kavurma. Ayrıca piyaz ve baklava.
Bu moladan sonra Kazaziye atölyesi ve satış mağazasına
gittik. Trabzon’a özgü kazaziye, hasır, telkari sanatlarını görme ve isteyenler
için satın alma fırsatı oldu.
Daha sonra da hemen
bitişiğindeki Ayasofya müzesi idi
uğrak yerimiz. Zamanında kilise olarak yapılmış, Osmanlılarda cami olarak
kullanılmış, yirminci yüzyıl ortalarında müzeye dönüştürülmüş, ve geçen yıl da tekrar
cami olarak kullanıma açılmış. Güzelliği ile bahçesi hoş bir fon yarattığı için
de gelinler-damatlar burada fotoğraf çektiriyorlardı.
Trabzon, Ayasofya Müzesi |
Trabzon, Ayasofya Müzesi |
Bir sonraki durak Atatürk köşkü olacaktı, ancak bayram
nedeniyle erken kapandığı, belki de Ayasofya’da biraz fazla oyalandığımız için
yetişemedik.
Gezimizin bitmesine az zaman kalmıştı. Havalimanına
yönlenmeden önce Trabzon Meydan Park'ta
serbest zamanımız oldu. İsteyenler alışveriş yaptı, biz ise yağmurdan korunarak
çaylarımızı içtik. Karadeniz’de son
yudum çaylar. Gönül isterdi yaylarda
daha uzun kalmayı, yayla şenliklerine katılmayı, Artvin ve dolaylarının da doğal
güzelliklerini yaşamayı ve daha uzun zaman geçirmeyi.. Ama bu seferlik bu
kadardı. Program bitmişti. Sonra ver elini havalimanı. Ver elini İstanbul...
Hayır hayır bitmedi...
İstanbul’a döndükten birkaç gün sonra dizimin altında bir ağrı. Geçer diye sabrettim 12-13 gün, geçmedi. Üstelik aynı sıkıntı sadece bende değil. Meğer kaval kemiğimizde stres kırığı oluşmuş. Bence, gerilme ve zorlamaya bağlı. Gitmeden
önce uyarı almıştık, ona kulak asmadık. Hadi yaylaları, tepeleri tırmandık, indik onu anlıyorum da, folklör bizim neyimize? Ellisinden sonra... Çok uzun uzun
yazmam ondandır, hazır evde bacağı hasarladım, oturuyorum, vakit bol! Size de
keyifli okumalar olsun.
“Bir
Karadeniz’e gittiniz burnunuzdan geldi” diyorlar... Yoo... Hiç de öyle olmadı! Yine
giderim. Giderim ama haddimi de bilirim! Çünkü KARADENİZ’E GİDİLMELİ, hatta bir
daha GİDİLMELİ...
DİLER COŞKUN
DİLER COŞKUN
Gezi öncesi harita üzerinde tarafımdan işaretlenmiş yerler (Yazıyı okuyanlara Google Earth ile ortak armağanımızdır) |
NOT: 3-6 Ekim 2014 tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz bu tur için, Tatil Sepetine, acentamız Jolly
Tur’a, tam bir profesyonel olduğunu kanıtlamış olan rehberlerimiz Hatice
Yamalı’ya, güler yüzlü, pozitif enerjili yardımcı rehberimiz Büşra Metin’e ve şoförümüz Çağlayan Kaya’ya teşekkürlerimle...